Uluslararası Politika ve Uluslararası Örgütler
Uluslararası İlişkiler disiplininde giderek yaygınlaşan plüralist yaklaşıma göre devletin yanı sıra önem kazanan aktör hangisidir ve bu görüşü savunanların verdikleri örneklerler nelerdir?
Geleneksel Uluslararası ilişkiler (Uİ) yaklaşımını benimseyenler ve uluslararası hukukçular sadece devleti egemen aktör olarak gördüklerinden bireyin bir aktör olarak dikkate alınmasına itiraz etmektedirler. Ancak Uİ’de giderek yaygınlaşan plüralist yaklaşıma göre artık uluslararası ilişkiler çok aktörlü bir yapıdır ve bu yapı içinde birey de diğerleri gibi önemli bir aktördür) James Rosenau da günümüzde bireylerin aktörler olarak önem kazandığına işaret etmekte, bu türden olay ve olgulara ilişkin olarak yakın dönemden çeşitli örnekler vermektedir. Örneğin dönemin ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Holbrooke’un Bosna-Hersek Krizinin 1995’te Dayton Anlaşması ile sona ermesindeki oynadığı rol bireysel bir başarı olarak değerlendirilmiştir. 1974 sonrası Mısır ile İsrail yakınlaşmasında da Kissinger’in rolü ve 1978’de Camp David Anlaşması ile sonuçlanan süreçte Başkan Carter’ın kişisel başarısı oldukça önemli olmuştu.
Uluslararası politikada devlet ve birey dışında kabul gören aktörler hangileridir, nasıl örneklendirebilirsiniz?
Uluslararası politika aktörlerinin birisi de Çok-Uluslu Şirketlerdir (ÇUŞ’lar). ÇUŞ’ların genel merkezi bir ülkede olduğu hâlde işlevlerini birden fazla ülkede koordine edilen şubeler, yavru şirketler veya bağlı şirketler aracılığıyla ve genel merkez tarafından kararlaştırılan bir işletme politikasına uygun olarak yürüten büyük yapılardır. ÇUŞ’ların sermaye ve üretimin küreselleşmesini hızlandırmaları, kitle iletişim araçlarını kontrol ederek küresel düzeyde tüketim kültürünü yaymaları ve tüm iktisadi faaliyetlerde belirleyici konuma gelmeleri söz konusu şirketlerin faaliyetlerini ortaya getirdikleri etkileri
dikkate değer kılmaktadır. Günümüzde, çok uluslu şirketlerin, ulus devletlerin koruyuculuğu altında daha büyük pazarlar ve ekonomik faaliyet sahaları yaratma çabaları bakımından önemli bir noktaya geldikleri görülmektedir. Küreselleşme eşliğinde
ulusal bağlılığını yitiren sermaye vergi, iş gücü ve enerji maliyetleri gibi ekonomik avantajların daha uygun olduğu bölgelere doğru hareket etmektedir. Bunların yanında ilgili ülkenin pazar genişliği, kamu otoriteleri tarafından sağlanan vergi ve yatırım avantajları, teknoloji düzeyi gibi nedenler de sermayenin söz konusu ülkelere doğru kaymasına neden olmaktadır.
Uluslararası politikada aktör olarak ele alınacak bir diğer kategori de siyasal nitelikli hükûmetler aşırı kuruluşlardır. Örneğin, Dünya Siyonist Örgütü (World Zionist Organization; WZO) bu türden bir kuruluştur. Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurmak amacı doğrultusunda faaliyet gösteren bu örgüt, 1948’de İsrail’in kuruluşunda oldukça önemli rol oynamıştır.
Uluslararası Örgütleri, uluslararası disiplinin tartışmalı konularından birisi olmasına neden olan konular nelerdir?
Uluslararası Örgütler (UÖ’ler) konusu Uİ disiplinin dinamik olduğu kadar da tartışmalı konularının başında gelmektedir. Tartışmanın merkezinde UÖ’lerin devletler üzerindeki etkinliği ve yaptırım gücüne sahip olma kapasitesinden kaynaklanmaktadır. UÖ’ler hem politika yapabilmekte hem de oluşturulan politikaları etkileyerek devletler üzerinde yaptırım gücüne sahip olabilmektedir. UÖ’ler, küreselleşen dünyada her geçen gün etkinliğini artırması devletlerin egemenliklerini tartışılır hâle getirdiği gibi bu kurumlar uluslararası politikada aktif bir aktör olarak karşımıza çıkarmaktadır.
Uluslararası ilişkilerde başlayan sorunların çözümü açısından Uluslararası Örgütlere rağbeti artıran etkenler nelerdir, nasıl örneklenebilir?
XIX. yüzyılın önemli gelişmelerinden birisi olan Sanayi Devrimi, devletlerin enerji ihtiyaçlarını artırmaya başladığı gibi birbiriyle etkileşimini de hızlandırmıştır. Bu durum devletleri ortak sorunları ve amaçları yürütebilecek sistemlere yönlendirmiştir. Her ne kadar, XIX. yüzyıl içerisinde irili ufaklı örgütler ortaya çıkmışsa da örgütler asıl yükselişini I. ve II. Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirmiştir. Hem I. Dünya Savaşı sonrasında savaş olgusunun değişmeye başlaması hem de II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan Soğuk Savaş, uluslararası ilişkilerde belirmeye başlayan sorunların çözümü noktasında farklı yapılara duyulan ihtiyacı hızla hissettirmiştir. Bu durum da UÖ’lere duyulan rağbeti artırmıştır. Savaşın cephede ve cephe gerisinde büyük bir yıkımı ifade etmeye başlaması, devletleri “Barış” için ortaya atılan alternatif düşüncelere yönlendirmiştir. Özellikle I. Dünya Savaşı devam ederken dönemin ABD Başkanı Woodrow Wilson’un savaşın nedenlerini ve nasıl engelleneceğine dair önerilerini içeren on dört ilkesi savaş sonrası uluslararası örgütlerin kurulmasında öncü görevi üstlenmiştir. I. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası arenada etkin olan idealistlerin temel görüşü, devletlerin sorunlarını çözebileceği/tartışabileceği veya arabuluculuk görevini üstlenebilecek bir kurumun eksikliği olmuştur. Bu türden örgütlerin ilk örneği olarak kabul edilen ve 1815 Viyana Kongresi sonrası kurulan Ren Nehri Komisyonu’ndan bu yana hükümetlerarası örgütlerin sayısı hızla artarken, 1919’da kurulan Milletler Cemiyeti (MC) gerçek anlamda kurulan ilk uluslararası örgüt olarak karşımıza çıkmaktadır. Bugünse artık benzer örgütlerin sayıları yaklaşık dört yüzün üzerindedir.
Ş. H. Çalış'a göre Uluslararası Örgütler egemenlik, coğrafi orijin ve üyelik, resmiyet, amaç, yönetsel yapılanma, legallik-meşruiyet açılarından nasıl sınıflanmıştır?
Çalış, UÖ’leri;
1. Egemenlik açısından: a. uluslararası -BM örneğinde olduğu gibi- örgütler; b. uluslarüstü örgütler, kısmen AB örneğinde olduğu gibi.
2. Coğrafi orijin ya da üyelik açısından: a. global (BM), b. subglobal (NATO) ve c. bölgesel (NAFTA) örgütler.
3. Resmiyet açısından: a. hükûmetlerarası-resmî (BM), b. hükûmetler-üstü, c. hükûmetler-dışı ya da uluslararası sivil toplum örgütleri (Greenpeace, Amnesty International)
4. Amaçlarına göre: a. genel amaçlı (BM), b. özel amaçlı: siyasal (Arap Birliği), ekonomik (ASEAN), ticari (WTO), kültürel (UNESCO), sosyal, dinî ve güvenlik/askerî (NATO) amaçlı uluslararası örgütler.
5. Yönetsel yapılarına göre; a. Sert bürokratik yapılı (AB), b. Esnek yapılı (ASEAN).
6. Legallik-Meşruiyet Açısından: a. Uluslararası Hukuk tarafından da legal kabul edilen ya da uluslararası toplumca meşru sayılan örgütler (UPB), b. İllegal örgütler (El-Kaide) şeklinde sınıflandırmıştır.
Uluslararası Örgütleri devletlerden ayıran özellikler nelerdir?
UÖ’leri devletlerden ayıran özellikleri dört başlık altında sıralayabiliriz.
Birincisi, bir UÖ’nün ne üzerinde tam yetkili olduğu bir ülkesi ne de kendisine uyrukluk bağı ile bağlı bir insan topluluğu vardır. İkincisi, devletlerin oluşturduğu bir birim olarak UÖ’ler, imperium denilen buyruk verme ve bunlara uymaya zorlama yetkisine sahip değildir. Üçüncüsü, devletlerin doğuşundan değişik olarak, bir UÖ’nünün doğması ancak üye devletlerin bu yönde kesin bir irade açıklamalarıyla ile gerçekleşmektedir. Dördüncü ve son olarak, UÖ’in hukuki kişilikleri amaçları ile sınırlı olduğundan, devletlerin büyük çoğunluğunun tam ve münhasır yetkilere sahip hukuk kişiliklerinin aksine, her bir örgüte göre değişen işlevsel bir kişilikleri vardır.
Mehmet Gönlübol'a göre uluslararası kuruluşların doğmasının nedeni nedir?
UÖ’ler konusunun Türkiye’deki duayenlerinden Mehmet Gönlübol’a göre “devletlerin uluslararası alanda ortak sorunlarını çözmek için örgütlenme yoluna gitmeleri, uluslararası kuruluşların doğmasına neden olmuştur”. Örneğin, Orta Çağ’da kaleme alınan ilk barış tasarılarının başlıca amacı da Hristiyan Hükümdarlar arasındaki uyuşmazlıkları ve çekememezlikleri halletmeye çalışmak ve Avrupa’da sürekli bir barışı sağlamak idi
Uluslararası örgütlerin tarihsel gelişimi içinde devletlerin uluslararası alanda ortak sorunlarını çözmek için örgütlenme yoluna gitmelerini savunan yazarlar ve eserleri hangileridir?
Pierre Dubois, Kutsal Toprakların Kurtarılışı (De Recuperatione Terre Sancte,1306) adlı eserinde, Papa önderliğinde bir “Hristiyan Birliği’nin kalıcı barışı sağlayacağını savunmuştur. Papa’nın Prensleri Tolouse’da yapılacak toplantıya çağırmasını öngören Dubois, Fransa Kralı’nın denetiminde gerçekleştirilecek ve Prenslerin de katılacağı bu toplantıda yeni bir Haçlı seferinin düzenlenmesinden başka, oluşturulacak bir Konseyin uluslararası ihtilafların çözümünde o dönemki bir Uluslararası Adalet Divanı rolü oynamasını önermiştir. Dante de Monarşi Üzerine (De Monarchia, 1308) isimli çalışmasında Avrupa’da kalıcı barış için Roma İmparatorluğu’nun canlandırılarak tek bir yönetimin kurulmasını savunmuştur. Dante, yaşadığı çağın kaotik düzenine yol açan durumun ve insanın dünya vatandaşı sayılmasına engel olan koşulların “devlet egemenliği”nden kaynaklandığını ileri sürmüştür. Gerek Dante’nin gerekse Dubois’in önerileri, Avrupa’nın birleşmesi konusunda ilk kapsamlı teklifler olmuştur. Ancak, tek bir kralın hâkimiyeti altındaki dünya federasyonu önerisi Dante’nin romantizmin ifadesi olarak kalırken Dubois’in Fransa’nın çıkarlarını ön plana çıkartan federasyon teklifi de uygulamaya konamamıştır. Dubois ve Dante’den üç yüz yıl sonra ise Emeric Cruce, Yeni Cynée (1623) adlı eserinde tarafsız bir şehirde (Venedik) bütün hükümdarların elçilerinden oluşan sürekli bir Meclis kurulmasını ve devletlerin uyuşmazlıklarını bu Meclise sunmalarını savunmuştur. Cruce’a göre bu Meclisin Başkanı Papa ve yardımcısı Osmanlı
Padişahının temsilcisi olacaktı ve buraya İran, Çin, Hindistan ve Afrika’dan elçiler gelirken Meclisin görevleri ise “Uyuşmazlıkları çözmek, üyelerin şikâyetlerini Meclis getirmek, alınan kararlara uymak” olacaktı. Aynı yüzyılın
sonlarına doğru William Penn’nin yazmış olduğu Avrupa’da Şimdiki ve Gelecekteki Barışa İlişkin Deneme (An Essay Toward the Present and Future Peace of Europe, 1693) isimli eserinde Avrupa’da savaşı bitirmek için bir Avrupa Parlamentosu’nun (DIET) kurulmasını ve bütün Avrupa devletlerinin bu parlamentoya temsilci göndermesini önermişti. Abbé de St. Pierre, Penn’in önerisine benzer bir şekilde Avrupa’da Sürekli Barış İçin Muhtıra (1712) isimli çalışmasında Hristiyan devletler arasında barışı sağlamak için bir “Senato” kurulmasını önermiştir.
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Uluslararası Örgütler konusunda yaşanan en önemli gelişme nedir?
I. Dünya Savaşı’ndan sonra UÖ’ler konusundaki en önemli gelişme, Milletler
Cemiyetinin (MC) kuruluşudur. Hatta MC ya da eski tabirle Cemiyet-i Akvam
için I. Dünya Savaşı’nın eseridir denilebilir.
Milletler Cemiyeti'nin özellikleri nelerdir, Bilsel, Cemiyetin zayıf noktalarını nasıl sıralamıştır?
Milletler Cemiyeti (MC) devletlerin üstünde bir devlet değildir zira kendisinde devlet olma unsurlarından büyük kısmı yoktur. Dahası MC, devletler arasında bir ittifak, koalisyon, federasyon veya konfederasyon benzeri bir örgütlenme olmadığı gibi basit bir kongre veya konferanstan da ibaret değildir. MC, hukuki olmaktan çok siyasi bir oluşumdur. MC her ne kadar savaşı önlemek için kurulmuş bir mekanizma ise de savaşı hukuk dışı ilan edip tamamen ortadan kaldırmamıştır. O sadece savaşı hukukun tanımladığı
sınırlar içerisine sokmaya çalışmıştır ve Bilsel’e göre bu noktada MC’nin zayıf noktaları üç başlık altında sıralanabilir:
1. Anayasal zayıflık: Cemiyetin tüzüğünde savaş yasaklanmamıştır. Diplomatik yolların ve ara buluculuk yöntemlerinin kullanılacağı dile getirilmiştir.
2. Siyasi zayıflık: Karar alma sürecinde “oy birliğinin” aranması Milletler Cemiyeti’nin etkinliğini azaltmıştır.
3. Yapısal zayıflık: Milletler Cemiyetindeki güç dengeleriyle uluslararası güç dengeleri farklıdır. Milletler Cemiyeti’nin kurucu babası olan Woodrow Wilson’ın seçimlerde yenilgiye uğraması ve ABD’nin yeniden izolasyonist politikaya dönüş yapması, Cemiyeti önemli bir dayanaktan yoksun bırakmıştır. ABD’nin yanında SSCB’nin de MC’de yer almaması nedeniyle örgüt, İngiltere ve Fransa’nın elinde uluslararası bir örgütten bölgesel bir örgüte dönüşmüştür.
I. Dünya Savaşı'nın getirdiği yıkımın devletleri barışı sağlayacağına inandıkları sistemlere yönlendirmesi ile gün yüzüne çıkan İdealizmin öncüleri ve savundukları düşünceler nelerdir?
I. Dünya Savaşı’nın getirdiği yıkım devletleri barışı sağlayacağına inandıkları sistemlere yönlendirmiştir. Bunlardan en önemlileri Woodrow Wilson’un öncülüğünü yaptığı idealizmdir. “Savaş sonrası başlayan ve uluslararası sistemi daha savaşlara meydan vermeyecek şekilde düzenlemeyi amaçlayan reform çabaları, büyük ölçüde Kantiyen ve Grotiyen liberalizmin etkisinde başlamıştır”. Böylece “ulusal alanda otoriter mutlakıyetçi rejim yerine demokrasinin yerleştirilmesi ve uluslararası sistemde gizli diplomasi yerine açık diplomasinin getirilmesi ve uluslararası hukukun güçlendirilmesi ve yeni uluslararası kurumların kurulması düşüncelerini ön plana” taşınmıştır. Birçok devleti etkisi altına almaya başlayan bu düşünce “özellikle savaşın ortaya çıkışında ülkelerin yetkeci-baskıcı yöntemlerle idare edilmeleri ve dolayısıyla
liderlerinin demokratik sorumluluklarının olmamasının yanı sıra anlaşmazlıkların artmasını önleyecek uluslararası mekanizmaların azlığının ve yetersizliğinin de gelişmelerde önemli rol oynadığı vurgulanmıştır”. İdealistler, uluslararası barışın sağlanması ve sürdürülebilmesinin önemli yollarından bir tanesinin de uluslararası örgütler olduğuna inanmaktaydılar. Norman Angell ve Alfred Zimmern gibi İdealistler ya da neo-Grotiusçu diye isimlendirilen birkaç önde gelen akademisyen, entelektüel ve siyasetçi de daha sonraları Cemiyet ve benzeri uluslararası örgütlerin dünya barışı ve güvenliği için taşıdığı öneme sürekli dikkat çekmeye çalışmıştır. Wilson’a göre “güç dengesi” artık süresini doldurmuştu ve barışın sağlanması ikili anlaşmalar yoluyla değil “kolektif güvenlik” ilkesiyle sağlanacaktı. MC’nin başını çektiği uluslararası kurumsallaşmayla uluslararası ortam “akılcı” bir temele oturacak ve uluslararası sistemde ilerleme gerçekleşecektir.
İdealizmin sorunları çözmede ve açıklamada yetersiz kalması nedeniyle yükselmeye başlayan yaklaşım nedir, bu yaklaşımı savunanlar hangi düşünceleri benimsemiştir?
İdealizmin sorunları çözmede ve açıklamadaki yetersizliği farklı bir yaklaşım olan realizmi yükseltmeye başladı. “Realizm bir öğreti olarak 1930’ların sıkıntılı yıllarında ortaya çıkmış ve Soğuk Savaş’ın zirvesinde, yani Büyük Güç rekabetinin varlığının inkâr edilemeyeceği veya tehlikelerinin göz ardı edilemeyeceği bir dönemde Ortodoksiye dönüşmüştür” . İdealizmin iyimserliğinin sorunları çözmede etkisiz kalması, MC ile kurulan sistemin sürdürülememesi devletleri zaten insanın doğası gereği kötü ve saldırgan olduğuna inanların teorilerini dikkate almaya itmiştir. Realizm bu dönemde en kabul gören yaklaşımı olmaya başlamıştır.
Realistler, insan doğasının kötü, devletlerin ilişkilerinde çıkar, çatışma, rekabet ve güç gibi unsurların asıl olduğuna inanmışlardır. Realistler önceliği devlete tanıdıkları için bir aktör olarak bu tür örgütlere değer vermedikleri gibi mesela güvenlik gibi bir konunun bu örgütlere havale edilemeyecek kadar önemli bir konu olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Neorealist yaklaşımı savunanlar hangi düşünceyi benimsemiştir, bu yaklaşımın en önemli temsilcisi kimdir ve neyi savunmuştur?
Neorealist yaklaşımlar, bir aktör olarak devletlerin davranışları ile içinde bulundukları uluslararası sistem arasında bir bağ olduğunu kabul ederek, aktörlerin sistemlerin yapısal özelliklerini de dikkate alarak davranmak durumunda olduklarına dikkat çekerler... Devletlerin kapasitesi ne kadar büyükse uluslararası güç hiyerarşisindeki yeri ve uluslararası sahnedeki rolü de o kadar büyüktür. Uluslararası sistemin yapısı da bu kapasite dağılımından belirlenir “. Bu çerçevede;
Neorealizm’in en önemli temsilcisi olarak kabul edilen Kenneth Waltz, Theory of International Politics (1979) adlı çalışmasında devletleri kendilerini büyüten saldırgan yapılar olarak değil, yalnızca kendilerini korumaya çalışan yapılar olarak kabul eder. Bu tanım şu anlama gelir: Devletler güvenliklerini düşünmek ve diğer devletleri potansiyel tehdit olarak görmek zorundadır. Dünyadaki duruşlarını sürekli olarak diğer devletlere ait güçler ve kendi güçlerini nasıl algıladıklarına göre ayarlamak zorundadır. Bu hareketler sonucunda güçler dengesi ortaya çıkar. Güçler dengesi, uluslararası sistemin temel teorisidir. Uluslararası sistemdeki devletlerin duruşu kendi güç kapasitelerini ortaya çıkarmaktadır.
Bir uluslararası örgütün üyeliğine kabul edilme kimin isteğine bağlıdır?
Bir uluslararası örgütün üyeliğine kabul edilme, gerek örgütün gerekse üyeliğe başvuran devletin isteğine bağlıdır. Bununla birlikte kimi uluslararası örgütler genel nitelikli birtakım koşulları, örneğin, BM Antlaşması’nın 4. maddesindeki “barışçı devlet olmak” gibi, yerine getiren bir devleti üye olarak kabul etmektedirler. Açık uluslararası örgütlere yeni üye kabulü genellikle oy
çokluğu ile gerçekleştirilirken, kapalı uluslararası örgütlere ise yalnızca oy birliği ile gerçekleşebilmektedir. Sözgelimi, BM’ye katılacak yeni üyelerin kabulüne Genel Kurul tarafından karar verilir. BM’ye katılmak isteyen devlet, başvuru talebini ilk olarak Güvenlik Konseyine sunarken talebin kabul edilmesini Güvenlik Konseyi’nin Genel Kurula önerisi takip eder.
Mevcut uluslararası hukuk, uluslararası örgüt üyelerini hangi gruplara ayırmaktadır, üyelerde aranan özelli nelerdir?
Mevcut uluslararası hukuk uluslararası örgüt üyelerini genellikle iki gruba ayırmaktadır: a) asli üyeler; b) sonradan kabul edilen üyeler. Asli üyeler bir örgütün kurucu üyeleridir. Sonradan kabul edilen üyeler ise örgüte katılan üyeler olmaktadır. Bir uluslararası örgüte kabul edilecek üyelerde aranan özelliklere gelince, bunlar örgütlere göre değişmektedir. Bunların belli başlıları duruma göre barışçı olma (BM), aynı siyasal görüşten olma (NATO), aynı ürünü tüketme (OPEC), aynı ekonomik yapıya sahip olma (AB), aynı bölgeden olma (Afrika Birliği) gibi çok değişik amaçlardan kaynaklanmaktadır.
Uluslararası örgütlerde üyeliğin sona ermesi hangi yollarla olur?
Uluslararası örgütlerde üyeliğin sona ermesi, iki yolla olanaklıdır: a) çekilme,
b) çıkarılma . Üyelikten çekilme koşulları kimi uluslararası örgütlerin kurucu antlaşmalarında, örneğin MC Sözleşmesi, 1. maddesinde düzenlenmektedir.
Öğretideki genel eğilim ise uluslararası örgüt kuran antlaşmaların nitelikleri nedeniyle tek-taraflı son verme hakkının tanınması gerektiği yolundadır. Devletler örgütlere üye olurken her örgütün kendine özgü sistemine uyma zorunluluğunu da baştan kabul eder. Her bir örgütün üyelik süreci, karar alma mekanizması ve yaptırım gücü farklılık içermektedir.
Birleşmiş Milletler Örgütü hangi amaçla ne zaman kurulmuştur, merkezi nerededir?
Dünyada barış ve güvenliği sağlamak, hak, eşitlik ve kendi kaderini belirleme ilkeleri temelinde ülkeler arasında dostane ilişkileri geliştirmek, ekonomik, toplumsal, kültürel ve beşeri sorunları çözmede uluslararası işbirliğini tesis etmek amacıyla Birleşmiş Milletler Örgütü (resmî ismi) 24 Ekim 1945’te kurulmuştur. Merkezi New York’ta bulunan BM’ye üye olmanın birinci şartı “barışçı bir devlet” olmaktır.
Milletler Cemiyeti'nin Kurucu Misakı'na göre üyeler arasındaki uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözülebilmesi için önerilen yollar nelerdir?
MC, uluslararası çatışmaların çözümü açısından barışçı ve zorlayıcı olmak üzere iki tür önlem alma imkânına sahipti. Kurucu Misakın 12. maddesinin ilk fıkrasında da üyeler arasındaki uyuşmazlıkların barışçı yollardan çözülebilmeleri için üç yol önerilmektedir. Bu yollar şöyle sıralanmıştır:
• Hakemlik yöntemine başvurma
• Uluslararası yargıya gitme
• Konsey incelemesine sunma.
Birleşmiş Milletler'in temeli kimler tarafından nasıl atılmıştır, BM Kurucu Antlaşması ne zaman yürürlüğe girmiştir?
BM’nin temelleri ABD Başkanı Franklin Delanor Roosevelt ile Britanya Başbakanı Winston Churchill tarafından temelleri atılmıştır. İki liderin 14 Ağustos 1941’de ortaklaşa yayınladıkları “Atlantik Bildirisi” BM’nin kurulması yolunda atılan ilk adım olmuştur. “Birleşmiş Milletler” adı ilk kez II. Dünya Savaşı sırasında Almanya, Japonya ve İtalya’ya karşı birleşen 26 ülkenin 1 Ocak 1942’de Washington DC’de imzaladığı BM bildirisinde kullanılmıştır. 111 maddelik BM Kurucu Antlaşması 24 Ekim 1945’te yürürlüğe girmiştir.
Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın sorunların çözümü için öngördüğü barışçıl önlemler ve zorlayıcı tedbirler nelerdir?
BM Antlaşması sorunların çözümü için barışçıl önlemler ve zorlayıcı tedbirler olmak üzere iki yol öngörmektedir. Barışçıl önlemler şu şekilde sıralanabilir;
• Uluslararası barış ve güvenliği tehdit edebilecek nitelikte uyuşmazlıklara taraf olanlar sorunlarını her şeyden önce barışçı yollarla kendi aralarında çözmelidirler. (Madde 33/1)
• Sadece Güvenlik Konseyi uluslararası barışı tehdit edebilecek nitelikteki olayları saptamak yetkisine sahiptir. (Madde 34)
• BM Hukuki nitelik taşıyan uyuşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanına götürülmesi konusunda çaba harcayacaktır. (Madde 36)
• Güvenlik Konseyi doğrudan uyuşmazlığın hâlline yönelik tavsiyelerde de bulunabilir fakat tarafları bunları kabule zorlayamaz. (Madde 38)
Zorlayıcı önlemler ise şunlardır:
• Taraflar arasında ateşkes sağlanması için silahlı kuvvetlerin geri çekilmesi gibi bazı geçici önlemlerin uygulanmasını sağlamaya çalışabilir. (Madde 40)
• Ekonomik ambargo, haberleşme ve ulaştırma hizmetlerinin durdurulması gibi silahlı kuvvet kullanımı gerektirmeyen önlemlerin uygulanmasına karar verebilir. (Madde 41)
• Bu sayılan önlemlerin uygun olmadığı saptandığında uluslararası barış ve güvenliğin korunması veya yeniden oluşturulması için kara, hava ve deniz kuvvetleri aracılığıyla gerekli gördüğü her türlü girişimde bulunabilir. (Madde 42)
Tarihsel olarak değerlendirildiğinde Avrupa'da birlik düşüncesinin temellerini hangi döneme kadar götürmek mümkündür?
Avrupa’da birlik düşüncesinin temellerini tarihsel olarak değerlendirmek gerekirse Dante’nin Avrupa’sı 1300’lerden başlatmak mümkündür. Dönemin Fransa Kralı IV. Henry’nin vezirlerinden Duc de Sully’nin “Grand Desing” (Büyük Proje) ile Türklere karşı önerdiği birlikle devam edip; Saint Pierre’nin Avrupa ittifakı ile Kant’a, Victor Hugo’ya, Bentham’a, Rousseau’ya ve daha sonraları Saint Simon’a kadar uzanıp farklı düşünürlerin çeşitli saikler ve yollarla Avrupa’da birlik düşüncesini şekillendirdiğini belirtmek gerekir. Modern zamanlarda ise II. Dünya Savaşı hiç şüphesiz Avrupa adına birlik için en önemli dönüm noktalarından birisini oluşturmaktadır.
Almanya ve Fransa'nın başını çektiği devletlerin Avrupa Birliği'ni oluşturmalarına giden sürecin nedenleri ve günümüze değin bu sürecin aşamaları nelerdir?
Avrupa’da arzulanan kalıcı barış ve güvenliğin sağlanabilmesi için Avrupalıdevletler - özellikle de Almanya ve Fransa- arasında, müzakere platformu oluşturulması ve işbirliğinin geliştirilmesi II. Dünya Savaşı sonrası kaçınılmaz bir şart olarak görülmekteydi. Avrupalı devletler Soğuk Savaş’ın iki süper gücü ABD ve Sovyetler arasındaki tehlikeli mücadelenin ancak birleşik bir Avrupa ile aşılabileceğini fark etmiştir. Kıtada yaşanan siyasal istikrarsızlık kadar ekonomik yapının da uğradığı tahribat bütünleşmenin kaçınılmazlığı fikrinin gelişmesinde oldukça etkili olmuştur. Örgütlenme çabalarında etkili olan diğer faktörler de Marshall Yardımı ve 1950’de yayınlanan Schuman Planı’dır. Schuman Planı, Avrupa’da birlik yolunda önemli bir adım ve radikal siyasal önermeler içeren bir belgedir. Planın idealin yanında pratikte de etkili bir metin olarak görülmesiyle Almanya ve Fransa’nın yanında Benelux’ü oluşturan Belçika, Hollanda ve Lüksemburg ile
birlikte İtalya da bu projeye dahil olmuştur. Schuman Planı da böylece, altı ülkenin katıldığı daha büyük bir organizasyona dönüştürüldü. Sonuçta 1951’de Paris’te imzalanan bir antlaşma ile AKÇT kuruldu. Örgüt kurumsal yapı ve yetkileri açısından ilgili olduğu alanda uluslarüstü yetkilerle donatılmış, türünün ilk örneği olarak ortaya çıkmıştır. AKÇT Antlaşması ile Avrupa’da tam entegrasyon kapısının da sonuna kadar açıldığı anlaşılmaktadır. 1952’de AKÇT Antlaşması yürürlüğe girerek başarıyla uygulandığı görülmüştür. Böylece Roma Antlaşmalarına giden yolu AKÇT açmıştır. Roma Antlaşmaları, AET ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (EURATOM) Antlaşmaları’ndan oluşmaktadır. 1957’de Roma’da bir araya gelen AKÇT üyesi altı Avrupa ülkesi tarafından imzalanmıştır. Batı Avrupa 1951’de Paris antlaşmasının imzalanmasıyla resmen altılar ve diğerleri olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Topluluğun amacı; “üye ülkeler arasında topluluk yoluyla ekonomik faaliyetlerin uyumlu bir biçimde geliştirilmesi, sürekli ve dengeli bir genişleme istikrarı artırma, yaşam standartlarının hızla yükseltilmesi ve daha yakın ilişkilerin desteklenmesi” olarak açıklanmıştır.
Birlik bugüne kadar çeşitli genişlemeler yaşamıştır. Birinci genişlemede İngiltere, İrlanda ve Danimarka, ikinci genişlemede Yunanistan, üçüncü genişlemede İspanya ve Portekiz, dördüncü genişlemede Avusturya, İsveç ve Finlandiya’nın katılımıyla üye sayısı 15’e ulaşmıştır ve Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi ile fiili bir genişleme yaşanmıştır. Soğuk Savaş’ın sona erip Doğu Bloku’nun dağılması ile Avrupa’nın sınırları bir kez daha değişirken Birlik, yeni ve daha büyük bir genişleme dalgasıyla karşı karşıya kalmıştır. 2004’de Macaristan, Polonya, Litvanya, Letonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Estonya, Slovenya, Kıbrıs ve Malta’nın katılımıyla AB yeniden şekillenmiştir. 2007’de Bulgaristan ve Romanya AB’ye üye oldu. 2013’de Hırvatistan’ın katılımıyla üye sayısı 28’e yükselen AB’den 2020’de Birleşik Krallık’ın üyelikten ayrılmasıyla AB üye sayısı tekrar 27’ye düşmüştü.
NATO hangi ülkeler tarafından hangi amaçlarla kurulmuştur?
Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (North Atlantic Treaty Organization; NATO), adından anlaşılacağı üzere Kuzey Atlantik bölgesine ait devletlerin (doğu yakasında Batı Avrupa devletlerinin ve batı yakasında ABD ve Kanada’nın) ortak düşman Sovyetler Birliği’ne karşı ortak savunma amacıyla kurmuş oldukları uluslararası bir kurumdur. NATO’nun kuruluş gerekçesiyle ilgili olarak iki farklı teori vardır. Klasik teoriye göre NATO, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş’ın başında ABD ve Avrupa ülkeleri ile değerlerine karşı oluşturduğu tehdidi önlemek amacıyla kurulmuş olan bir “müşterek savunma” örgütüdür. Sovyet yayılmacılığı ve tehdidi NATO’nun kuruluşundan
önce 1945-48 yılları arasında gerçekleşmiş ve tamamlanmış olduğundan NATO’nun kurulduğu 1949’da Avrupa’da denge aşağı yukarı oluşmuştu. 1947 Dunkirk Antlaşması (İngiltere ve Fransa arasında Almanya tehdidine karşı), 1948 Brüksel Antlaşması (İngiltere, Fransa ve Benelüx ülkeleri arasında) bu yönde atılmış önemli adımlardır. NATO’nun diğer kuruluş gerekçesi ise Amerikan tecrübesinden hareketle kurulacak olan “Yeni Dünya Düzeni”nin temelini liberal değerlere perçinlemekti. Bu düzenin ilan edilen amacı, dünyada barış ve istikrarı sağlamak ve bunun için de demokratik, liberal, serbest piyasa ekonomisi ve özgürlüklerin geçerli olacağı bir sistem oluşturmaktı.
NATO'nun kuruluşundan ABD'nin ve Avrupalı devletlerin elde ettiği ya da etmek istediği çıkarlar nelerdir?
ABD’nin NATO’dan elde ettiği çıkarlar; Yeni Dünya Düzeni’nin kurulması sürecinde BM’ye yardımcı olacak bir askeri güç oluşturmak; Sovyetler Birliği’ne karşı bir askerî-siyasi blok oluşturarak, bir yandan Sovyetleri çevrelemek diğer yandan Batı bloku ülkeleri arasındaki dayanışmayı güçlendirmek; Almanya’yı denetim altında tutmak ve yeni bir tehdit oluşturmasını önlemek; Avrupa üzerinde etkinlik kurmak ve Avrupa ile ekonomik, ticari, ideolojik ve askerî ilişkiler geliştirmek; Avrupa pazarlarından yararlanmak ve Avrupa ülkelerinin geçmiştekine benzer dünya savaşlarına gitmesini önlemekti. Zaten Kuzey Atlantik Antlaşmasına bakıldığında, NATO ile ABD arasında hukuki bağlar kurulduğu ve NATO’nun ABD’nin arka bahçesi olduğu görülür.
Avrupalıların NATO’daki çıkarları ve amaçlarına gelince; Almanya ve Sovyet
tehdidine karşı savunma iş birliği ve güç dengesi kurmak; Avrupa’nın yetersiz
olan askerî gücünü artırmak amacıyla ABD’nin askerî, ekonomik, mali, teknolojik ve siyasi desteğini çekebilmek; ABD’nin askerî güvenlik şemsiyesi altında kendi ekonomik, kurumsal ve siyasi gelişmesini sağlamak olarak sıralanabilir. Böylece NATO üyesi Avrupa ülkeleri kendi kaynaklarını savunma ve silahlanma harcamalarına ayırmak yerine altyapı, sanayileşme ve kalkınma mücadelesine ayırmayı umuyorlardı. NATO’nun Avrupa’da gerçekleştirmeye çalıştığı üç ana hedefi Sovyetleri Avrupa’dan uzak tutmak (Soviets out), Almanya’yı kontrol altında tutmak (Germans down) ve ABD’nin Avrupa’ya yerleşmesini sağlamak (Americans in) şeklinde özetlenebilir.