ENTEGRASYON TEORİLERİ
Avrupa özelinde entegrasyon kavramı ne zaman doğmuştur?
Avrupa özelinde entegrasyon kavramı, federal düşüncelerle doğmuştur. İkinci Dünya Sa- vaşı sonrasında savaşın engellenmesi ve barışın sürdürülebilirliği için kurulacak bir federal düzenin, Avrupa’nın geleceği için sağlam temeller oluşturacağı düşünülmüştür.
Entegrasyon nedir?
Entegrasyon kavramı bütünleşme ve uyum anlamında kullanılmaktadır. Ulus- lararası ilişkilerde entegrasyon, birimlerin birbiriyle uyumu, bütünleşmesi, ortak siyasi otorite ve idare altında ortak politikaların geliştirilerek uygulanması olarak tanımlanabilir. Aktörler arasında iktisadi ilişkilerin artması ve karşılıklı bağımlı- lığın yoğunlaşması sonucunda, devletlerin ulusal ekonomileri bölgesel ekonomik bütünleşmeye daha açık hâle gelmektedir. Bu ilişkilerin kurumsallaşması ise bazı yazarlara göre önüne geçilemez şekilde devletleri siyasi bütünleşmeye yönlendir- mektedir. Ancak bu ulusüstü (supranasyonel) yaklaşım ve beklenti, devletlerin egemenliklerinden vazgeçmeyecekleri ve siyasi entegrasyona destek vermeyecekleri argümanıyla eleştirilmektedir. Entegrasyon kavramı farklı teori ve yaklaşımlar tarafından incelenirken, egemenliğin hangi noktaya kadar merkezî bir otoriteye devredilebileceği ve bunun hangi durumlarda devletlerin çıkarları ile örtüştüğü sorgulanmaktadır.
Fonksiyonalist akım nedir?
Fonksiyonalist akımın başta gelen temsilcilerinden David Mitrany, özellikle 1940’lı yılların sıkıntılı siyasi atmosferinde, çatışmaların nasıl sona erdirilebilece- ği konusu üzerinde durmuştur. Bu noktada ideal bir uluslararası toplumun temel fonksiyonlarının neler olması gerektiğini sorgulamıştır. Bireyin ihtiyaçlarına ön- celik tanıyan bu yaklaşım, uluslararası ilişkilerde devletleri temel aktörler olarak kabul etmek yerine, kendilerine verilen fonksiyonları yerine getirmeleri beklenenkurumları temel almakta ve incelemektedir (Rosamond, 2000: 31-32). Bu varsa- yımından dolayı, Mitrany’nin yaklaşımında teknokrat bir özellik bulunmaktadır. Çünkü kurumların belli alanlarda uzmanlaşmış teknik kişilerden oluştuğu ve ilgi- li alanlarda görevlerini yerine getirdiği anlayışını savunmaktadır.
Spill-over nedir neyi ifade eder?
Spill-over: Bir alanda başlayan entegrasyonun (bütünleşmenin) ilgili diğer (komşu)alanlara da taşınması (yayılması) anlamındadır.
Neofonksiyonalizme göre entegrasyon nasıl bir süreçtir?
Neofonksiyonalizme göre entegrasyon, yayılarak genişleyen ve üç adım ile tanımlanan dinamik bir süreçtir. Bu adımlar sırasıyla fonksiyonel (teknik) spill- over, siyasi spill-over ve işlenmiş (cultivated) spill-over’dır. Fonksiyonel spill- over’a göre, modern endüstriyel ekonominin değişik sektörleri karşılıklı birbirine bağımlı olup, alanların birindeki entegrasyona yönelik aktivitelerin başarılı ola- bilmesi için diğer alanlarda da benzer ortaklıklar gerekmektedir. Örneğin güm- rük birliği gibi ekonomik ve ticari alanlarda entegrasyon için ulaştırma, çevre gibi ilgili alanlarda da ortak karar süreçleri ve uygulamaların olması gerekir. Siyasi spill-over ise bu bütünleşmenin siyasi ve ideolojik nedenlerle politikaların ilişki- lendirilmesiyle oluşmasıdır.
Neofonksiyonalizmin temel kavramları nelerdir?
Neofonksiyonalizmin temel kavramları: (1) Spillover etkisi (2) Elit sosyalizasyonu (3) Supranasyonel çıkar gruplarıdır.
Neofonksiyonalizmin Temel Varsayımları nelerdir?
Neofonksiyonalizm, Avrupa Toplulukları’nın temel stratejisi olan, işbirliğinin “ulusal çıkarlarla daha az çeliştiği düşünülen” ekonomi alanında teşvik edilmesi, yaratılan idari organlar aracılığı ile entegrasyonun ilerletilmesi ve ulusal çıkarla- rın buna engel olmasının önlenmesi şeklindeki yaklaşımı taşır. Buradaki öngörü, ekonomide entegrasyonun sağlanması ve adım adım siyasi entegrasyonun onu takip etmesi düşüncesine dayanmaktadır.
İkinci bir varsayıma göre, ulusüstü siyasi yapılar kurabilmenin yolu, Mitrany’nin önerdiği gibi teknokrasinin otomatik işleyişiyle mümkün olmayıp; kendi amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan bilinçli aktörlerin davranışlarında sak- lıdır. Söz konusu aktörler; hem devletüstü hem de devlet yapısında yer alan çı- kar grupları, siyasi partiler ve ulusüstü bölgesel kurumlardır. Bu kurumlar çıkar gruplarının gelişimini destekleyerek ve teknokratlarla aralarında iletişim kurarak entegrasyonu özendirirler. Neofonksiyonalist teoriye göre, hükûmetlerin görevi bu aşamada daha çok tepkisel olup, devlet içi ya da devletüstü baskıları ve talepleri dengelemektir
Haas’ın 1958 yılında yaptığı siyasi entegrasyon tanımı nasıldır?
Haas’ın 1958 yılında yaptığı siyasi entegrasyon tanımı: “Siyasi entegrasyon, ulusal siyasi aktörlerin bağlılık, beklenti ve siyasi aktivitelerini yeni bir merkeze yönlen- dirmeye/kaydırmaya ikna oldukları bir süreçtir. Bu yeni merkezin kurumlarının ulusüstü yetkiye sahip olmaları veya bunu talep etmeleri gerekir. Siyasi entegrasyon sürecinin sonucunda, ulusüstü yeni bir siyasi topluluk oluşur”.
Neofonksiyonalizm, entegrasyon açıklanırken, ulusal ve ulusüstü aktörlerin siyasi baskı unsurları olarak entegrasyonun derinleşmesinde taşıdıkları rol nasıl değerlendirilmiştir?
Neofonksiyonalizm, enteg- rasyonu açıklarken, üzerinde durduğu bir diğer konu, ulusal ve ulusüstü aktörlerin siyasi baskı unsurları olarak entegrasyonun derinleşmesinde taşıdıkları rol- dür. Ortak karar verme süreçle- ri üzerinde çalışan L. Lindberg, siyasi entegrasyonu bir süreç olarak ele almıştır. Bu süreci, so- nunda bir siyasi topluluk oluştur- ma hedefi olmaksızın, aktörlerin ortak kararlar almaları veya karar verme süreçlerini merkezî organlara devretmeleri, dolayısıyla siyasi aktörlerin bek- lenti ve davranışlarını yeni bir merkeze kaydırmaları konusunda ikna olmaları şek- linde tanımlamıştır (Lindberg, 1998: 149). Entegrasyonu bir durum değil, bir süreç olarak ele alan Haas ve Lindberg, bu sürecin özellikle aktörlerin ortak çıkarları nasıl algıladıklarının üzerine kurulu olduğunu belirtmişlerdir. Çıkarların ortak algılandı- ğı noktalarda entegrasyon mümkün olabilecek ve çıkarlar sadece ulusal değil, böl- gesel olarak da tanımlanmaya devam edebilecektir. Lindberg, siyasi entegrasyonu incelerken Haas’a göre daha temkinli davranmıştır. Devletlerin üstünde, ortak yeni bir siyasi yapının oluşacağı iddiası yerine, ortak karar mekanizmalarının işleyişi ve siyasi aktörlerin işbirliğine yönelik davranışları üzerinde yoğunlaşmıştır.
Neofonksiyonalist teori, enteg-rasyonun gerçekleşebilmesi için hangi temel koşulları ortaya koymuştur?
-
Pluralist sosyal yapıların varlığı (çıkar grupları; siyasi partiler; ticaret odaları; birbirleriyle rekabet içerisinde olan elit grupların varlığı gibi) (Haas, 1964: 476-7)
-
Yeterli ekonomik ve endüstriyel gelişmişlik seviyesinde olunması (uluslara- rası ticaret ve finansta önemli yer sahibi olmak)
-
Katılımcılar arasında ortak ideolojik yaklaşımların bulunması
-
Parlamenter demokrasinin varlığı (Haas, 1998: 143).
Bu koşullar Avrupa örneğinde bulunmaktaydı. Evrensel bir entegrasyonun,
örneğin Birleşmiş Milletler aracılığı ile sağlanmasını ise Haas oldukça zayıf bir olasılık olarak görüyordu. Çünkü bütünleşme için gerekli kriterleri her bir katı- lımcının sağlaması zordu. Haas, dünyanın başka bölgelerinde bu derece başarılı bir entegrasyonu mümkün bulmamıştır.
1970’li yıllarda Uluslararası İlişkilerde artan çoğulcu (pluralist) liberal yaklaşımlar nelerdir?
1970’li yıllarda Uluslararası İlişkilerde çoğulcu (pluralist) liberal yaklaşımlar artmıştır. Transnasyonalizm, dünya toplumu yaklaşımı, karşılıklı bağımlılık teorileri bunlardan bazılarıdır. Geleneksel devlet merkezli anlayışlar da sorgulanmaya başlamıştır. Bu yak- laşımlarla, uluslararası sistemin çok merkezli bir hâl aldığı ve farklı seviyelerde/düzlem- de aktörlerin otonom/bağımsız hareket edebildikleri ortaya konmuştur (Arı: 343-345). Ayrıca AB için yeni operasyonel kavramlar formüle edilmiştir. Örneğin, bunlardan biri Donald Puchala’nın AB’yi “uyum sistemi” olarak adlandırdığı yaklaşımdır. Bu kav- ramsal çerçeveye göre AB kompleks bir yapıdır ve ulus devletler temel yapı taşlarıdır ancak siyasi davranışlar çok düzlemli (yerel, ulusal, ulusüstü) bir ortamda gerçekleşir. Bu düzlemlerin etkinliği ise alandan alana değişir. Bu yaklaşımın öncesinde Lindberg ve Scheingold da Birliği bir “siyasi sistem” olarak kabul ettikleri bir çalışma yapmıştır. Bu çalışmalar takip eden “çok düzlemli yönetişim” (multi level governance) literatürüne zemin oluşturmuştur. Bu noktada cevap bulunmak istenen temel soru AB’deki değişi- min nasıl açıklanacağı olup, David Easton’ın “sistem teorisi” temel alınmıştır. Değişim; sistem dışı faktörler olan “talep, sisteme destek, ulusal ve ulusüstü liderlik” ve iç faktörler olan sisteme ait fonksiyonlar, kurumsal kapasite (ulusüstü karar verme mekanizmaları, kural ve normlar) ile açıklanmaya çalışılmıştır (Rosamond: 89-92). Bu kompleks süreç için Haas “türbülans” kavramını kullanmıştır. Çok sayıda aktörün farklı amaçları bu- lunmakla beraber, aktörlerin birbirlerine bağımlı oldukları konuların sayısı da fazladır. Bazı hedefler özellikle işbirliğini gerektirmektedir. Dolayısıyla söz konusu türbülans ortamı, görüşmeleri ve pazarlıkları yönlendirmektedir. Konular yerel, ulusal, bölgesel, küresel veya tüm düzlemlerle ilişkili olabilmektedir. AB’nin bu durumla baş etmeye çalışan bir sistem olduğunu belirtmesi, Haas’ı çok düzlemli yönetişim teorisyenlerinin öncüsü durumuna getirmektedir. 1970’li yıllarda genel olarak dış faktörler uluslararası ilişkiler analizlerinde önem kazanırken entegrasyon karşılıklı bağımlılık çalışmalarının bir parçası olarak incelenmiştir.
Neofonksiyonalizmde ve hükûmetlerarası yaklaşımda ortak olan ve günümüzde bir eksiklik olarak eleştirilen husus nedir?
Neofonksiyonalizmde ve hükûmetlerarası yaklaşımda ortak olan ve günümüzde bir eksiklik olarak eleştirilen bir husus ise uluslararası iliş- kilerin ve entegrasyonun dış etkenlere bağlı kalınarak açıklanmaya çalışılması- dır. Uluslararası sistem ve koşullarının sabit kabul edilmesi, teorilerin “değişimi” açıklama kapasitelerini sınırlandırmaktadır (Risse-Kappen: 55). Neofonksiyona- lizmde, ulusal ve uluslararası koşulların etkisine açık olduğu düşünülen fonksiyo- nel (sektörel) ve siyasi spill-over süreçlerinin kendi iç dinamiklerinin, fikirlerin, inançların rolünün göz ardı edildiği düşünülmektedir. Bu eleştirinin sonucunda, günümüzde uluslararası ilişkilerde sosyal inşacı yaklaşımın etkileri artmaktadır.
Moravcsik, büyük kurumsal pazarlıklar olarak adlandırdığı Roma Anlaşması, Tek Avrupa Senedi ve Maastricht Anlaşmasını nasıl açıklamıştır?
Moravcsik, büyük kurumsal pazarlıklar olarak adlandırdığı Roma Anlaşması, Tek Avrupa Senedi ve Maastricht Anlaşması- nı, üç adımdan meydana gelen bir süreç şeklinde açıklamaktadır:
-
1 Üye devletler içindeki aktörlerin, grupların işbirliği ile AB seviyesinde po- litikalar için tercihlerin oluşması,
-
2 Oluşan tercihler ışığında devlet temsilcilerinin AB arenasında pazarlık yap- maları,
-
3 Devletlerin işbirliğine bağlılıkları konusunda güvenilirliklerini en yüksek tutan kurumsal düzenlemeleri tercih etmeleri (Jupille ve Caporaso: 435).
Moravcsik, AB tarihinin temel taşları olan hükûmetlerarası konferansları ve anlaşma süreçlerini inceleyerek Birlik’in ve kurumlarının günlük işleyişlerini göz- den kaçırmakla eleştirilmektedir.
Ulusüstü yönetişime (supranational governance) yol açan kurumsalcılık, Sandholtz’a göre, üyelerin siyasi davranışlarını ve bunların sonuçlarını ne üç şekilde etkiler?
Ulusüstü yönetişime (supranational governance) yol açan kurumsalcılık, Sandholtz’a göre, üyelerin siyasi davranışlarını ve bunların sonuçlarını en az üç şekilde etkiler:
1. Otonom siyasi aktörler hâline gelerek,
2. Ulusal aktörlere ortak ve hedef seçiminde tercih yaratarak ve çok düzlemli
yönetişimde söz sahibi olarak,
3. Ulusal politika ve kurumlara değişiklikler getirerek.
Bu açıdan bakıldığında, AB kararlarını devletler arası pazarlıklar olarak nitele-
mek, kurumların tercihlerini ve AB karar mekanizmasını nasıl etkilediklerini anla- mayı engelleyebilir.
Hükûmetlerarası işbirliği temeline dayalı liberal rasyonel teoriler Avrupa entegrasyonuna nasıl yaklaşmaktadır?
Hükûmetlerarası işbirliği temeline dayalı liberal rasyonel teorilerin Avrupa entegrasyonuna nasıl yaklaştığına bakıldığında; AB kurumlarının diğer ulusla- rarası rejimlerden farkı olmadığı ve üye devletlere pazarlık için ortam sağlayan ve iletişim masraflarını azaltan pasif bir forum ve normlar bütünü olduğu tartı- şılmaktadır (Marks, Hooghe, Blank: 342-3). Bu perspektifte ulusüstü aktörler ke- sinlikle siyasi bir güce sahip olamazlar. Kurumları, katılımcı devletlerin tercihleri yönlendirir. Devletler zaman zaman ulusüstü kurumlara otoritelerini devredebil- mektedir ancak bu da sadece kendi çıkarlarına uygun olduğunda ve yine devlet- lerin çizdiği sınırlar dâhilinde gerçekleşmektedir. Milward’a göre, devletler temel kurumları, güç dengesini kendi lehlerinde tutacak şekilde yapılandırırlar. Dolayı- sıyla AB, ulus devleti silmek bir yana, onu kurtarmış ve güçlendirmiştir.
Hükûmet yetkilileri örneğin, temel anlaşmaların hazırlanması aşamasında etkili olmakla birlikte, günlük politikalarda daha etkisiz kalmaktadır. Bu durum hangisebeplere dayandırılmaktadır?
Hükûmet yetkilileri örneğin, temel anlaşmaların hazırlanması aşamasında etkili olmakla birlikte, günlük politikalarda daha etkisiz kalmaktadır. Bu durum aşağıdaki sebeplere dayandırılmaktadır:
-
Liderlerin ve üye devletlerin sayısal çokluğu neticesinde AB anlaşmalarının yoruma açık dökümanlar hâline gelmesi.
-
Temel kurumsal değişikliklerin fikir birliği gerektirmesinin entegrasyonda derinleşme açısından sorun oluşturması.
-
Komisyon gibi diğer AB kurumlarının da bilgi kaynaklarına erişim için üye devletlerin hükûmetleriyle karşılaştırılamayacak derecede önde gelmeleri.
-
Üyelerin birbirine güvensizliğinin AB mevzuatını detaylı kurallar, normlar bütününe çevirmesi.
Kurumsalcı yaklaşımlara göre uluslararası örgütler ve onların kurumlarının etkileri nelerdir?
Kurumsalcı yaklaşımlara göre, bağımsız güçleri olan uluslararası örgütler ve on- ların kurumları, bilgiye erişimi ve dolayısıyla koalisyonları, politikaları etkileyebil- dikleri için siyasi aktörler hâline gelebilir ve çok düzlemli yönetişim anlayışını geliş- tiren siyasi ortama da katkıda bulunabilirler (Sandholtz: 411). Uluslararası işbirliği ve entegrasyonu radikal kurumsalcı çizgide açıklayan Moravcsik ise örgütlerde dev- letlerin kurumlara yetki devrini diğer üyeler üzerinde kontrol ve yaptırım sağlan- ması amacına bağlamaktadır. Dolayısıyla, egemenliğin askıya alınması ya da devri, diğer üye devletlerin davranışlarını kontrol edebilme ve ortak kararlara uymalarını sağlama amacını taşır. Moravcsik burada kurumlardan ne derecede faydalanılacağı- nın hükûmetlerin kararı olduğunun altını çizmektedir.
Sandholtz’a göre, Maastricht’e ve para birliğine yol açan süreç nasıl gerçekleşmiştir?
Sandholtz’a göre, Maastricht’e ve para birliğine yol açan süreç, üye devletlerin tercihlerinin uluslararası ve ulusüstü kurumsal ortamlarda şekillenmesi ile ger- çekleşmiştir. Bu sürecin AB’den bağımsız değil AB kurumlarında gerçekleştiğini vurgulayan Sandholtz, AB kurumlarının sağladıkları bilgi ve olanaklarla devlet- lere, hükûmetler arasındaki pazarlıklarla sahip olamayacakları şartlar sunduğunu belirtmektedir. Bu ulusüstü kimlikleriyle AB kurumları, uluslararası stratejileri ve amaçları etkileyebilmektedir.
AB'ye üye devletler birliğin ulusüstü organlarından Komisyon’a ekonomik entegrasyonda koordinasyon yetkisini neden vermişlerdir?
Üye devletler entegrasyonu hızlandırmak için Birliğin ulusüstü organla- rından Komisyon’a ekonomik entegrasyonda koordinasyon yetkisi vermiştir (Pent- land, 1973:134-137). Bu yetki aslında AT Kurucu Andlaşması’nın 202. maddesi ile Konsey’dedir ancak özellikle ekonomik alanda devletler insiyatiflerini ulusüstü mekanizmalar lehinde kullanabilmektedir. Komisyon, anlaşmalarda belirtilen du- rumlarda karar yetkisi kullanabildiği gibi, Konsey’in yetki devrine istinaden de yet- ki kullanabilmektedir. Komisyon’un ana görevi (AET Kurucu Andlaşması Madde 155), Ortak Pazar’ın oluşmasını, sağlıklı işlemesini ve gelişmesini sağlamak olarak belirlenmiştir. Ancak görev alanlarına bağlı olarak Komisyon’un yetkileri önemli farklılıklar gösterebilmektedir, örneğin Gümrük Birliği’nin sağlanmasında geniş yetkilere sahipken, üye devletlerin ekonomi politikalarının yakınlaştırılması konu- sunda daha sınırlı yetkilerle donatılmıştır.
Avrupa Birliği’nin 1950’li yıllardaki entegrasyon hızını kaybetmesi durumunu neofonksiyonalist kuram nasıl açıklamıştır?
Avrupa Birliği’nin tarihi incelendiğinde, 1960’lı yılların özellikle Fransız lider de Gaulle nedeniyle milliyetçiliğin etkisinde kaldığı ve 1950’li yıllardaki entegrasyon hızının kay- bedildiği görülür. Bu durumu açıklayamayan neofonksiyonalist kuram, entegrasyonu supranasyonel (ulusüstü) dinamiklerle değil, hükümetlere bağlı bir işbirliği süreci ola- rak gören hükûmetlerarası entegrasyon yaklaşımı karşısında arayışlara girmiştir.