aofsorular.com
SOS313U

Türk Sosyolojisinin Temel Nitelikleri ve Genel Eğilimleri

8. Ünite 22 Soru
S

Türk sosyolojisinin Türk tarihi ile ilişkisi hangi düzeydedir?

Türkiye’de sosyoloji çalışmaları daha başlangıçta Batı açıklamalarının ve sosyoloji öğretilerinin eksikliğini duymuş, Batı’dan aktarma çabasıyla yetinmeyerek Türk toplum ve tarihi ile ilişki kurmaya çalışmıştır. Bununla birlikte sosyologlarımızın tarihimizle ilişki kurma ve tarih bilgisini kullanma çabası sınırlı bir düzeyde kalmıştır. Türk tarih ve toplumuna olan ilgi Batılı tarih anlayışlarının ve kalıplarının uygulaması olmaktan ileri gitmemiştir.

Türk sosyolojisinden söz etmenin ilk koşulu tarihimizden bilgi edinmek, gerekli sonuç ve dersleri çıkarmaktır. Diğer bir deyişle Türk sosyolojisinden ve sosyolojimizin kendi kimliğini kazanması gereğinden söz etmemize izin veren olgu, Türk toplum ve tarihinin farklı özellikler göstermesidir. Ancak Türk sosyolojisinin daha başlangıçta tarih ile ilgisine rağmen tarihimizle sağlam ilişkiler kurduğunu savunmak güçtür.

S

Tarih ve sosyoloji arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?

Toplumların tarih içindeki yerleri, rolleri, kimlikleri, çıkarları ve ilişkileri toplumlar arası ilişkiler tarafından belirlenmektedir. Bu nedenle sosyoloji ile tarih arasındaki ilişki herhangi bir ilişki değildir. Toplum olayları tarihsel bir zemin üzerinde gerçekleşen olaylardır. Tarihsel ilişkiler içinde toplumlara gerçek yerlerini ve kimliklerini ise toplumlar arası çatışmalar kazandırmaktadır.

S

Türk Sosyolojisinin en başta gelen konusu ne olmuştur?

Türkiye’nin temel sorunlarının çözümünün Batı toplum ve tarih modeli çerçevesinde ele alınması nedeniyle Türk sosyolojisinin en başta gelen konusu Batıcılaşma/Batılılaşma olmuştur. Sosyolojimizde görülen hemen hemen bütün eğilimler Batıcılaşma temel seçimimizle ilişkili olarak anlam ve ağırlık kazanmıştır. Ancak Batı dünya egemenlik ilişkilerinde görülen değişmeler nedeniyle Türkiye’de siyaset alanında olduğu gibi entelektüel alanda da belli bir süreklilikten söz edilememektedir.

S

Türkçülük, İslamcılık gibi akımların Batıcılık ana akımıyla bağlantılı olması Türk ve Batı Sosyolojisi ilişkisinde hangi durumun göstergesidir?

Türkiye’de sosyolojinin başlangıcından bugüne dek Batıcılığın temel ve başat eğilimi oluşturduğu bir gerçektir. Paradigma ve kavramlar, çözüm önerileri Batı sosyolojisinden aktarılmıştır. Ancak Batıcılığın kendi başına bir ekol veya akım olmaktan ziyade, birbirinden bağımsız karakterdeki (ve birbirleriyle rekabet halindeki) ekol ve akımları kuşatan, üst düzeyde belirleyici bir akım olduğunu belirtmemiz gerekir. Başka deyişle Türkiye’de sosyoloji alanında karşımıza çıkan Türkçülük, İslamcılık, liberalizm, sosyalizm gibi akımlar farklı düzeylerde Batıcılıkla ilişkilidir. Her biri Türkiye’nin Batı çıkarlarına uyumlulaştırılması ya da modernleştirilmesi yolunda farklı çözüm stratejilerini temsil etmektedir. Türk sosyolojisinde Batıcılığın temel bir yöneliş oluşturması ve Türkçülük, İslamcılık gibi Türk/İslam kültür ve uygarlık havzasıyla ilişki olması beklenen akımların bile Batıcılık ana akımıyla bir şekilde bağlantılı olması, Türk sosyolojisinin Batı sosyolojisinden farklılığının bir göstergesidir.

S

Türk sosyolojisinin en başta gelen özelliği nedir?

Türk sosyolojisinin başlıca konusu Batılılaşmadır. Ancak iki yüz yıllık Batılılaşma temel seçimine rağmen Batı kimliğini almamız söz konusu olmamıştır. Toplum kimliğimizin Batı ile kurulan yeni siyasi ilişkilere bağlı olarak tanımlanmasıyla sosyolojimizin belli başlı eğilimleri ortaya çıkacaktır. Bu durumda Türk sosyolojisinin en başta gelen özelliği güncel siyaset ile iç içe olmasıdır. Bunun getirdiği olumsuz bir sonuç vardır: Belli görüşler belli takımlar tarafından topluca savunulmakta ve siyaset değiştiğinde aynı kesimler tarafından kolaylıkla terk edilmektedir.

S

Sosyolojinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişi ve sosyal bilimlerin gelişiminde yeni bir dönem ne zaman başlamıştır?

Türkiye’de sosyal bilimlerin gelişiminde yeni bir dönemin başlangıcı devletin Batıcılaşma tercihine yönelmesi sonrasındadır. Bu süreç XIX. yüzyılda aşamalı olarak gerçekleşir. Çeşitli bilim disiplinlerinde Batı’dan aktarma ve iktibasların yapılması süreci eş zamanlı değildir. “İlk sosyologumuz” olarak da gösterilen Cevdet Paşa tarafından hazırlanan Mecelle kanunu ile hukuk alanında bir senteze gidilir. Batı’dan aktarılan sosyoloji, etnoloji, arkeoloji gibi disiplinler de Osmanlı fikriyatında XIX. yüzyıl sonlarında belirmeye başlar.

Sosyolojinin Osmanlı İmparatorluğu’na girişinde önemli rol oynayan etkenlerden biri, pek çoğu el altından ve az sayıda bile olsa nüshaları devlet sınırları içine giren yurtdışındaki Genç Osmanlı ve Jön Türk topluluklarının yayımladıkları ve temelde siyasi fikirler içeren gazete ve dergiler olmuştur.

Türkiye’de sosyolojinin hazırlık dönemi II. Meşrutiyet öncesi döneme rastlar. Kayda değer bir nokta, 1895-1908 arasındaki bu dönemde Batı sosyolojisinin Osmanlı Devleti sınırları içinde olmaktan çok, Avrupa’da sürgünde bulunan Jön Türkler arasında ilgi çekmeye başlamasıdır.

Sosyoloji ve sosyal bilim teorisi alanında asıl büyük canlılık ve yenilik II. Meşrutiyetin ilanı ertesinde gerçekleşir. Canlılığın görünürdeki ilk nedeni olmasa bile tezahürü, meşrutiyetin ilanı ile birlikte sarayın artık tek-merkez olma niteliğini, dolayısıyla fikir hareketlerini ve matbuatı denetleme olanağını yitirmesidir. Bu devirde, sadece fikir hareketleri değil, partiler, siyasal yönelimli aydınlar ve basın, II. Abdülhamit devrinde tanık olunamayacak denli çeşitlilik ve dinamizm kazanır. Sosyoloji tartışmaları için de uygun bir zemindir. Daha önceki dönemden farklı olarak, artık ülkede sosyoloji öğretileri toplumsal düşüncenin merkezine yerleşmiştir.

S

Prens Sabahattin’in Osmanlı İmparatorluğunda gördüğü sorun ve çözüm önerisi ne olmuştur?

Osmanlı İmparatorluğu’nun merkeziyetçi ve bürokratik yapısının özel mülkiyetin, bireysel girişimin, kısacası kapitalizmin gelişmesi önünde bir engel oluşturduğunu düşünen Prens Sabahattin, çözümün yapısal bir toplumsal değişmeyle gerçekleşeceğini savunuyordu. Türkiye için model önerisinin ideal tipi İngiliz toplumuydu.

Prens Sabahattin’in görüşlerinin iki önemli dayanağı, serbest bireysel girişim ve adem-i merkeziyet ilkesiydi. Buna uygun olarak, kamucu bir toplum tipi içinde gördüğü Türk toplumunun bireyci bir toplum tipine doğru evrilmesi gerektiğini ileri sürdü. Science Sociale okulunun öğretisi böyle bir radikal toplumsal değişmenin bilimsel yoldan gerçekleşmesini sağlayacak yöntem ve araçları sunacaktı.

Ülkemizde sosyoloji çerçevesinde Batıcılığın ve güncel siyasete aşırı bağlılığın tezahürlerine Prens Sabahattin’in öncüsü olduğu Science Sociale okulunun çalışmalarında karşılaşmaktayız.“Türkiye Nasıl Kurtarılabilir?” sorusunu soran Prens Sabahattin’e göre, Batı bütün çağdaş uygarlık araçlarını temsil etmekte, bilimsel-endüstriyel buluşları gerçekleştirmektedir. Türkiye’nin sorunu bireysel girişime izin vermeyen Doğulu/kamucu toplumsal yapısından kaynaklanmaktadır. Çözüm, Batı’nın sadece tekniğini, araçlarını, sermayesini, eğitim prensiplerini, parlamenter temsil organlarını vb. almak değil, aynı zamanda Batı ile uyumlu bir toplumsal yapı değişimini gerçekleştirmektir.

S

Anti-Marksist sosyolog Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu’nun savunduğu kavramlar nelerdir?

Fındıkoğlu “teşebbüs hamlesi ruhu” kavramlaştırması ile ulusçu doktrinle liberalizmin bir sentezini gerçekleştirmiş ve Marx’ın tarihsel materyalizmine karşı tarihsel psikolojizmi (toplumsal gelişmede bireysel iradenin ve karizmatik liderliğin önemini) savunmuştur.

S

Türkçülüğün Osmanlı İmparatorluğu’nda uzun süre sosyolojik bir akım olarak kabul görmeyişinin sebepleri nelerdir?

Türkçülük, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde siyasi ve entelektüel bir seçenek olarak beliren bir akımdır. Başlangıçta Türkçülük Osmanlı aydınının zihniyetine oldukça aykırı bir düşünceydi. İmparatorluğun bütünlüğünü korumak, imparatorluk tebaası arasında herhangi bir etnik, dinsel unsura ayrıcalık tanımamak şeklinde savunulan Tanzimatçı ulus-ötesi birlik fikri (Osmanlıcılık) tek bir ulusa dayalı ve saflık iddiasında bulunan bir ulusçuluğa izin vermemiştir. Bu nedenle Balkan Savaşı yıllarına kadar en yaygın kabul gören devlet siyaseti Osmanlı birliği siyaseti olmuştur. Dolayısıyla Türkçülük Osmanlı aydınları tarafından geliştirilip idealize edilmiş, sosyolojik/bilimsel bir kisveye büründürülmüş ve öncülüğü üstlenilmiş bir akım olmaktan uzaktı.

S

Türkçülüğün etkin bir sosyoloji anlayışı olarak benimsenmesi ne zaman, kim tarafından gerçekleşmiştir?

Türkçülüğün etkili bir siyasal akım ve aynı zamanda bir sosyoloji anlayışı olarak benimsenmesi II. Meşrutiyet’in ilk yıllarına rastlar. 1910’larda Rusya’dan gelen Türkçülerin öncülüğünde kurulan Türk Yurdu dergisi çevresinde gelişen akım, kısa sürede Ziya Gökalp’in sosyolojik incelemeleriyle en yetkin ifadesine kavuşmuştur. Türkçülüğe sistemli bir sosyolojik boyut kazandıran Gökalp olmuştur.

S

Ziya Gökalp’in sosyolojiye yönelmesini sağlayan toplumsal ve siyasi gelişmeler nelerdir?

Ziya Gökalp, gerek II. Meşrutiyet gerekse Cumhuriyet döneminde devletin dayanacağı ideolojik esasları ortaya koyma çabası içinde olan bir sosyologumuzdur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve yeni Türkiye’nin kuruluşu sırasında yaşanan gelişmeler içinde yer almış ve ülkenin yaşadığı altüst oluşlar karşısında çözüm önerisi olarak kapsamlı ve sistemli bir tavır geliştirmiştir. Onu sosyolojiye yakınlaştıran da bu yöndeki kaygıları olmuştur.

S

Ziya Gökalp’in Türkçülük ve İslamcılık anlayışı Yusuf Akçura’nın yaklaşımından hangi açılardan farklıdır?

Gökalp İslamiyet ile Türklük arasında herhangi bir çelişki ve zıtlık görmüyordu. Bu yaklaşımıyla Akçura’dan oldukça farklı bir Türkçülük sentezine/yorumuna ulaştığını düşünebiliriz. Gökalp, Akçura’nın oldukça erken bir dönemde tanımlayıp birbirinden tamamen ayrıştırdığı üç siyasi akım (Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük) arasında tercihini Türkçülük ve İslamcılıktan yana yaptı.

Akçura’nın Türklüğü İslam öncesi pagan devrin özellikleriyle tanımlamasına, Türklük ile İslamiyeti birbirinden ayrı tutmasına karşı sağlam argümanlar geliştirdi. Gökalp, Akçura’nın üçlü siyaset ayrımını benimsemeye yanaşmadı. Kendi sistemini ve Türkçülük anlayışını ayrıştırıcı ve analitik değil, birleştirici ve sentezci bir tarzda ortaya koydu. İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık tercihlerini, aralarındaki çelişki, dengesizlik veya gerilimleri en aza indirgeyerek, bunları birbiriyle uyumlu hale getirmek, bir potada eritmek istedi.

Akçura’nın II. Meşrutiyet yıllarında İslam öncesi Orta Asya Türklüğünü (paganizm) yücelten, ancak İslamiyeti gözden düşürüp Türklükle İslamiyeti bağdaştırmayı reddeden tezleri İslamcıların sert eleştirilerine hedef olurken, bu eleştirilere karşı İslamlığı ve Türklüğü birlikte savunmak Gökalp’e düşmüştür.

S

Durkheim’in “kolektif bilinç” kavramı Ziya Gökalp’in “Türkçü kalınarak Batıcılaşma” anlayışını biçimlendirmesinde nasıl bir rol oynamıştır?

Ziya Gökalp’in sosyolojiye ve özel olarak da Durkheim’a ilgisini, içinde yaşadığı toplumun kendine özgü sorunları ve bu sorunlara çözüm bulma isteği tayin etmiştir. Başka deyişle Gökalp’i sosyolojiye yakınlaştıran motif, çok-uluslu bir imparatorluktan tek ulusa dayalı bir toplum yaratma düşüncesine yönelmiş olmasıdır. Durkheim’dan “kolektif bilinç” kavramını ödünç alması bu nedenledir. Bu kavram, Gökalp’in tasarladığı kolektif, üniter, dayanışmacı ve ulus yurttaşlığına dayalı toplum düzeni için ideal bir çerçeve sunmuştur. Gökalp, getirdiği kültür-uygarlık ayrımı ile de Cumhuriyet rejiminin Batılılaşma tercihini doğrulayan bir kanal açmıştır. Aslında bu ayrım, Türkleşme ile Batılılaşma seçenekleri arasında hem bir denge hem de uyum olması gerektiği düşüncesini içeriyordu. Başka bir deyişle Gökalp’in temellendirmeleri sayesinde “Türkçü kalınarak Batıcılaşma” seçimi Cumhuriyetin vazgeçilmez esasları arasındaki yerini almıştır.

S

1990’lara kadar süren Türkçülük eksenli sosyoloji anlayışının 2000’li yıllarda Türkçülük karşıtı kimlik tartışmalarıyla yön değiştirmiş olmasının sebepleri nelerdir?

Türk sosyolojisinde uzun bir dönem boyunca egemen çizgiyi oluşturan ulusçuluk zamanla dünya ve Türkiye konjonktürüne bağlı farklı yorumlar kazanmış, başlangıçtaki özelliklerinden uzaklaşmıştır. 1920’lerin-1930’ların ulus-devleti ve ulus-toplumu her türlü toplumsal örgütlenme formasyonundan üstün tutan hakim sosyoloji anlayışı, 1990’larda küreselleşmenin ulusal yapıları zorlayan süreçleri karşısında gittikçe dayanaklarını yitirmeye başlamıştır. “Türk kimliği” üzerinden yapılan bu tartışmalar Türk kimliğinin savunusu olmaktan uzaklaşarak Türkçülüğün eleştirisine, giderek Türk kimliğinden vazgeçmeye dayanak yapılmaya çalışılmaktadır. 2000’lere gelindiğinde Türkçülük karşıtı kimlik tartışmaları sosyolojide ve genel olarak sosyal bilimlerde öne çıkarılmıştır. Sadece akademik camiada ve sosyolojide değil siyasi çevrelerde de Türklük ve Türkleşmek konularına eleştirel bir tarzda yaklaşılmaktadır. Bu eleştirellik toplumun kendi dinamiği ve gelişmesinin bir sonucu değildir. Tartışmalar Batı dünya egemenliğindeki değişim ve ABD merkezli yeni dünya düzenine uyum kurma çabaları ile belirlenmektedir.

S

Batı toplumlarında laiklik kavramı nasıl tanımlanmaktadır?

Batı’da laiklik düşüncesi, özellikle feodalizm tecrübesini yaşamış Batı Avrupa toplumlarına özgü toplumsal ilişkilerin ve sorun­larının bir ürünüdür. Orta Çağda iktidarın uhrevi otorite (kilise/papalık kurumu) ile dünyevi otorite (krallık kurumu) arasında paylaşılması, bu ikili iktidar arasın­daki ilişkilerde olduğu kadar toplum katında da büyük sorunlara yol açmıştır. Cle­ricus-laicus ayrımı ve buna bağlı olarak geliştirilen “çifte kılıç öğretisi” söz konusu bölünmenin bir sonucudur. Başka deyişle dinsel otoriteyi temsil eden papalık ile dünyevi otoriteyi temsil eden krallığın birbirlerinden bağımsız olarak ve birbirle­rinin yetkilerine tecavüz etmeden varlıklarını sürdürmeleri istenmiştir. Ancak bu kural birçok kez çiğnenmiş, iki kılıç birbirlerine çevrilmiştir. İki siyasal güç ara­sında yetki çatışması Batı tarihinin büyük bölümünü kaplamaktadır. Bu nedenle laiklik mücadelesi bir bakıma kralın laicus sınıfı da yedeğine alarak kiliseye karşı verdiği iktidar mücadelesi olarak görülmüştür. XIX. yüzyılda iktidara el koyan burjuvazi kendi düzenini kurması ve toplumu kendi siyasetine uygun olarak yeniden örgütlemesi gerektiğinde eski düzenin ayrıcalıklarına karşı çıkmış, kilise ve aristokrasinin ayrıcalıklarını tasfiye etmiştir. Laiklik mücadelesi bu olaylara bağlı bir gelişmedir.

S

Doğu uygarlıklarında ve Osmanlı-Türk toplumunda laiklik kavramı nasıl tanımlanmaktadır?

Batıdan farklı olarak genel olarak Doğu uygarlıklarında ve Osmanlı-Türk toplumunda benzer bir ayrım ve çatışkıya tanık olunmamaktadır. Aksine Doğu-İslam uygarlıklarında çağlar boyunca din kurumu daima merkezî devletin (sarayın) emrinde olmuş, devletin dışında ve devlete karşı bağımsız bir güç oluşturmamıştır. Bu nedenle İslam toplumlarında Batı Hristiyanlığında karşımıza çıkan ve sosyoekonomik ve siyasal bakımdan bağımsız bir güç meydana getiren ruhban sınıftan söz edilemez. Türk toplum tarihinde, kendi içinde bir kast oluşturan, özerk bir siyasal iktidara ve (geniş çaplı özel mülkiyet gaspı ve aforoz yetkisi gibi) toplumsal ayrıcalıklara sahip bir ruhban sınıfından söz etmek güçtür. Türk tarihinde dev­letten bağımsız ve kendi siyasetini güden bir din bürokrasisi hiçbir dönemde gö­rülmemiştir. Batıcılaşma dönümünde de laiklik ilkesinin siyasal tercihlerle bağlantılı bir bi­çimde gündemde tutulması, Osmanlı devlet anlayışı ve kadrolarının niteliği ile ilgilidir.

S

Cumhuriyetin kuruluşundan 1980'lere kadar olan dönemde laiklik ilkesi sosyologlar tarafından nasıl ele alınmıştır?

Cumhuriyet kurulduktan sonra laiklik ilkesi yeni rejimin temel ve vazgeçilmez
dayanakları arasında yer almış ve toplum için biçilen Batılılaşma/çağdaşlaşma tasarımının temelini oluşturmuştur. Sosyologlarımız ise bu ilkenin meşruiyet gerekçelerini temellendirip açıklama görevini üstlenmişlerdir. Türkiye’nin Batı ile girdiği ilişkilerde meydana gelen değişmelere bağlı konjonktür laiklik konusunda alınan tutum değişikliğinde büyük rol oynamıştır. Türkçülüğün Esasları’nda Ziya Gökalp’in de belirli yönleriyle katkıda bulunduğu Tek Parti dönemi laiklik anlayışı katı bir çerçeve sunmakta ve dini yaşantıya belirli kısıtlamalar getirmektedir. Çok partili yaşama geçiş ise laiklik anlayışında belirgin bir değişime yol açmıştır. Yeni dönemin önde gelen sosyolog­larından Mümtaz Turhan, dönemin hükümet politikalarıyla da uyuşan daha esnek bir laiklik anlayışını ortaya koymuştur. 1960’larda Niyazi Berkes “çağdaşlaşma” ve Cahit Tanyol “sosyalizm” eksenli olarak tartışmaya özgün katkılar getirmişlerdir. Bu yıllarda gerek sosyolojik gerekse siyasi düzlemde İslamiyet ile sosyalizm arasında pozitif nitelikte bağlantı kuran yaklaşımları görmekteyiz. 1980’lere gelindiğinde ise, laiklik sorununa bakış açısında önemli bir kırılma gerçekleşmiştir.

S

Günümüzde laiklik anlayışı nasıl değişmiştir?

Günümüzde sosyologlar cephesinde din ve laiklik konusunda farklı yorumlar göze çarpmaktadır. Bu yorumlar, günümüz dünya egemenlik ilişkilerine de uyum­lu bir biçimde, İslamiyet ile Protestanlık ya da İslamiyet ile kapitalizm arasında bağ kurmaya yöneliktir. İslamiyeti, gerek dünyevi bir toplumsal yaşama formu gerekse bir öğreti olarak modernizmin parametreleriyle uyumlu gösterme çabası giderek hâkim olmuştur. İslamı kamusal alanda görünür kılma yönündeki meşru­iyet arayışları 1990’lı ve 2000’li yıllar boyunca sürmüştür. Laiklik ve din ilişkisi üzerinde dönen bütün bu tartışmaların özü, Batı-merkezci ve evrenselci bir yaklaşıma bağlı kalınarak ülkenin, toplumun geleneklerine, çıkar ve beklen­tilerine aykırı bir şekilde dönüştürülmesidir. Aynı konuda sergilenen Batı-dışı ve tikelci/özgücü/farkçı/postmodern yaklaşımlar da sonuç itibariyle Batı’nın dünya­yı kendi çıkarlarına göre yönetme arzusuna bağlı olarak biçimlendirme çabasını doğrulamaktan, bu çabaya uyum sağlamaktan öteye geçmeyecektir. Bu nedenle laiklik çerçevesinde getirilen öneriler sosyal mühendislik projesi çerçevesini aşa­mamıştır. Günümüzde geçerli olan Batı-dışı modernlik anlayışı da Batı-merkezci anlayışın bir uzantısı olmaktan ileri gitmemektedir.

S

1960'lı yıllara kadar Türk sosyolojisinde sosyalizme olan yaklaşımı nasıldı?

Sosyalizm düşüncesi ülkemizde sosyologlarımız arasında uzun bir süre rağbet görmemiştir. İlk Türk sosyologları arasında yer alan Prens Sabahattin ve Ziya Gökalp’in sosyalizm akımına oldukça mesafeli bir tavır geliştirdikleri bilinmek­tedir. An­cak XX. yüzyıl başlarında sosyalizm Rusya’da bir devlet siyaseti haline geldiğinde ve II. Dünya Savaşı sonrasında bir devletler bloğunun savunduğu bir cephe siya­seti oluştuğunda, Türkiye’de de sosyalizm akımına yönelik bir ilgi ortaya çıkmıştır. Ancak bu ilginin sosyolojiyle buluşması için 1960’lı yıllara kadar beklemek gere­kecektir. Daha erken dönemde, çalışmalarında sosyoloji ile sosyalizm öğretisini bütünleştiren belki de tek kişi Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ancak Kıvılcımlı’nın Türk sosyoloji tarihinde adının bile geçmemesi sosyalizmin devlet tarafından bir siya­si seçenek olarak görülmemesinin bir sonucudur. Sosyalizm, kısa bir süre için, o da Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’de yönetici kadroların bir siyasi seçe­neği olarak gündeme gelmiştir. Ancak bu yıllarda sosyalizme, ülke sorunlarının anlaşılması ve çözümlenmesi için değil, dış ilişkiler düzeyinde Sovyet Rusya ile işbirliğini güçlendirmek için araç olarak başvurulmuştur. Giderek yeni Türkiye kesin seçimini yaptığında anti-sosyalizm bir devlet siyaseti haline gelmiştir.

S

1960'lı yıllardan günümüze Türk sosyolojisinin sosyalizme karşı yaklaşımı nasıl değişmiştir?

Sonraki dönemde de sosyalizm, topluma ve toplum tarihimize yönelik bir açı­lımı gerçekleştirmek yerine, etkisiz bir dış siyaset seçeneği olarak kalmıştır. Batı sosyalizminin yeniden sosyolojinin gündemi içinde yer alması 1960’lı yıllarda gerçekleşmiştir. Türkiye’de iki ayrı dönemde, 1940’lı ve 1960’lı yıllarda görülen sosyalizm anlayışı arasında önemli farklılıklar vardır. 1960’ların görece serbest ortamında genel olarak sosyal bilimlerde bir canlan­ma göze çarpmaktadır. Aynı zamanda önceki dönemlerden farklı olarak geniş bir ilgi alanı doğmuş bulunmaktadır. 1960’lardan başlayarak 1970’ler boyunca ikti­sat biliminin önem kazanması sonucu başta Sabri Ülgener, Sencer Divitçioğlu ve İdris Küçükömer olmak üzere iktisatçıların ülkenin düşünce gündeminde öne çıktıklarını, tartışmalara yön verdiklerini görüyoruz. Çalışmalarında, genel olarak Doğu toplumlarının ve özelde ise Osmanlı Devleti’nin tarihine yö­nelik güçlü bir ilgi göze çarpar. Türkiye’nin özgül toplumsal yapısını ve Batı’dan farklı tarihsel özelliklerini anlayıp açıklamaya çalışmaktadırlar. Ancak bu tar­tışmalardan çıkarılan sonuçların Türkiye açısından verimli olduğunu söylemek güçtür. Sonuçta 1960’lı yıllardan Türk sosyolojisi ve sosyalizm adına günümüze kalan görüşler Kemal Tahir ve Baykan Sezer’den başka bir mecradan gelmemiştir. Bu ikili dışında tavrı ve düşüncesinde süreklilik taşıyan, Türk toplum ve tarihiyle sosyalizm arasında ilişki kuran sosyologumuz yok gibidir. Sovyetler Birliği’nin tasfiyesi dünyada ve Türkiye’de Marksizmin sonu, sosyalizmin sonu olarak değerlendirilmiş; sosyalizm Batı tarafından önerilen bir seçenek olmaktan çıkmıştır. Böyle bir durum karşısında Türkiye’de sosyalizm açıklamaları da, toplumumuz ve tarihimizle sahih bir ilişki kurmaktan kaçınıldığı için dayanaksız kalmıştır.

S

Baykan Sezer öncesi Türk Sosyolojisi nasıl bir yaklaşım sergilemiştir?

Türk sosyolojisi daha başlangıçta toplum tarihi ile ilişki kurmuş olmasına rağmen bu ilişki mevcut dünya dengesine uyum sağlama çabasının ötesine geçmemiştir. Türk sosyolojisinin ve toplum yapısının dinamizminden anlaşılan da mevcut dünya egemenlik düzeni ve açıklamalarına ortak olma çabasıdır. Bu durum örnek alınan Batı toplum örgütlenmesi modeline uygun olarak Türk toplum ve tarihinin suçlanmasına kadar gitmiştir. Türk sosyolojisi güncel siyasi değişmelere bağlanarak kısırlaşmış, aktarmacılığın öne çıkmasıyla kendi toplum kimliğine dayalı bir süreklilik ve zenginlik sağlayamamıştır. Türk sosyolojisinin kimliğini bulması, sorunların açıklanması ve çözümünde kendisine ait kaynakları olması, kendi tarihinden sonuçlar çıkarmasıyla mümkündür.

Gerek Batı sosyolojisinde gerekse Türk sosyolojisinde Doğu-Batı ayrımı ve farklılığından söz edilmesine rağmen sorunların çözümünün Batı dünya egemenliği çerçevesinde aranması Batı-merkezli açıklamalara ve tarih anlayışına üstünlük verilmesine neden olmuştur.

S

Kemal Tahir ve Baykan Sezer’in Türk Sosyolojisinin Batı etkisinden kurtulmasına katkıları neler olmuştur?

Türk sosyolojisi, Kemal Tahir ve Baykan Sezer’in Doğu-Batı çatışmasını ve bu çatışmada Türkiye’nin Batı karşısında yerini ve rolünü gündeme getirmesiyle yeni bir döneme girmiştir. Kemal Tahir, sosyalist dünya görüşünü benimsemekle birlikte Batı sosyalizminin şablonlarıyla yetinmeyerek bize önerilen çözüm önerilerini sorgulamış, olayları ele alış tarzı ve özgül sosyalizm arayışıyla Türk toplum gerçeği üzerinde bilinçlenmemizi sağlamıştır. Baykan Sezer onun bu arayışlarını Doğu-Batı çatışması görüşüyle geliştirerek, Türkiye’nin sorunlarını Türk toplum tarihinin birikimine dayalı bir açıklama çerçevesine oturtmuştur. Türkiye’nin sorunlarını dünya sorunlarının çözümü çerçevesinde ele alan ve Türkiye’nin bu sorunların çözümüne katkısını ortaya koyan bütünsel bir çerçeve geliştirmiştir. Baykan Sezer Batı çözüm önerilerini ve buna ortaklık çabasını Türkiye’nin gerçekleri önünde tartışmaya açarak kendine bağlı yeni bir sosyoloji anlayışının öncüsü ve sözcüsü olmuştur.

Baykan Sezer sosyolojisi sadece Doğu-Batı ayrımı ve çatışmasına değil, Türkiye’nin ve Doğu toplumlarının çıkarlarının Batı’dan farklılığına da bir açıklama getirmiştir.

Türk sosyolojisinin günümüzde canlılığını sağlayan enerji Baykan Sezer sosyolojisinin mevcut dünya dengesini ve egemen sosyoloji anlayışını sorgulama gücünden kaynaklanmaktadır. Doğu-Batı çatışması görüşü olayları araştırma ve sorgulama yerine geçen hazır bir kalıp değildir. Sorunları ele almamıza, kurcalamamıza ve sorgulamamıza izin veren bir yaklaşım biçimidir. Bu yaklaşım biçimi Türk sosyolojisine düşünce canlılığı kazandırması yanında mevcut sosyoloji anlayışlarını Türk toplum ve tarihi temelinde sorgulama imkânı kazandırmaktadır.