1980-2000 Döneminde Türkiye’de Sosyoloji
Kesin sınırlarla belirlenmiş dijital zaman kesitleri Türkiye’de sosyolojinin gelişimini kavramak açısından neden yeterli değildir?
Türkiye gibi yakın tarihi sürekli dış müdahalelere, altüst oluşlara, kesinti ve dönüşümlere sahne olan bir ülkede sosyolojinin gelişiminin düz bir hat üzerinde gerçekleşmediğini düşünmek mümkündür. Bununla birlikte, bir dönemden bir başka döneme geçerken meydana gelen farklılaşma ve kopuşların yanı sıra, konjonktürden bağımsız belirli sürekliliklerin varlığını da gözetmek durumundayız. Bu nedenle 1950-1960, 1960- 1980, 1980-2000 gibi kesin sınırlarla belirlenmiş dijital zaman kesitleri Türkiye’de sosyolojinin gelişimini kavramak açısından gerekli olsa bile yeterli değildir. Aksi durumda, sosyolojimizde temel ve süreğen nitelikteki bazı eğilimleri (en başta Batılılaşma/modernleşme/çağdaşlaşma yönündeki ısrarlı eğilimleri) gözden kaçırma handikapıyla karşı karşıya gelebiliriz.
Türkiye’de 1980’lerde uygulanmaya başlanılan neoliberal politikaların başlangıç noktası olarak hangi olayları sayabiliriz?
24 Ocak Kararları’nı ve 12 Eylül darbesini, Türkiye’de 1980’lerde sistemli bir şekilde uygulanmaya başlanılan neoliberal politikaların başlangıç noktası sayabiliriz.
1980 sonrası siyasal pratiklerin değişmeye başlamasıyla Türkiye ekonomisinde nasıl bir dönüşüm yaşanmıştır?
Türkiye’de 1980 sonrası süreçte esen neo-liberal rüzgârla birlikte, öncülüğü devlet elitlerince üstlenilip merkezi biçimde yönlendirilen müdahaleci politikalar hızla itibar kaybetmeye başlamış, IMF ve Dünya Bankası gibi Batılı kuruluşların biçimlendirdiği ve serbest piyasa ekonomisini idealize eden ekonomi politikaları Türkiye gibi endüstriyel gelişmesini tamamlamakta olan ülkelere adeta dayatılmıştır. Türkiye gibi ülkeler için çözüm reçetesi olarak görülen/ gösterilen ulusal kalkınma modelinin ve uygulamalarının yerini küresel pazarın bir parçası olma ve ona uyum sağlama ideali almıştır.
1980’lerde ülke gündemine damgasını vuran Türk-İslam sentezi ideolojisinin temel eğilimleri nelerdir?
Bu ideoloji kendi içinde tutarlı bir teorik sistem özelliği göstermemektedir. Siyasal konjonktüre bağlı olarak, daha doğrusu ülkede kontrollü bir siyasal konjonktür yaratmak üzere tasarlanmış, eklektik unsurlar barındıran ve entelektüel derinlikten yoksun bir “toplumsal denetim projesi”dir. Neo-liberal düşünceyle ve Amerikan dünya siyasetiyle olduğu kadar, sergilediği muhafazakâr milliyetçilik ve İslamcılık yorumuyla askerî rejimin beklentileriyle de örtüşen bir sistematiği vardır. En önemli özelliklerinden biri ise anti-komünizm eğilimidir.
Türkiye’de 1980’li yılların ortalarından itibaren sivilleşme hareketinin güç kazanmaya başlaması hangi gelişmenin sonucudur?
Askerî yönetimin geri çekilmesi ve sivil yönetimin işbaşına gelmesiyle siyaset arenasında sivilleşme yönündeki talepler güçlenmiştir. Sivilleşme arayışlarına liberal politikalar ve bireyselleşme doğrultusundaki yönelimler de eşlik etmektedir.
Türkiye’de izlenecek Batılılaşma yöntemine ilişkin “farklılık” iddiası içeren alternatif tartışmalara göre, toplumunun modernleşmesi için nasıl bir yol izlenmelidir?
Öncelikle sanayileşme, iktisadi kalkınma ve şehirleşme gibi klasik temaların Türk toplumunun modernleşmesi için yeterli bir zemin oluşturamayacağı, modernleşmenin yolunun devletin küçültülmesinden ve sivil toplumun güçlendirilmesinden geçtiği vurgulanmaya başlanmıştır. Başka bir deyişle, ekonomide devlet müdahalesini eksen alan iktisadi yaklaşımların yerini, 1980’lerde giderek liberal ekonomiye vurgu yapan bir yaklaşım almıştır.
1980’li yıllarda, günümüzde “liberal sol” adıyla anılan sınıfın Batılılaşma sürecinin sorunlarına dair yönelttikleri eleştiriler nelerdir?
Yaklaşık iki yüz yıldır kesintisiz devam eden Batılılaşma sürecinin tek yönlü bir şekilde devlet ve bürokratik elitler eliyle tayin edilmesi eleştiri konusudur. Bu nedenle Batılılaşma hareketinin başarısız olduğundan, topluma mal olmadığından söz edilmektedir. Ülkemizde özel çıkarlara bağlı bilinçli bir kamuoyunun Batılı anlamda oluşmamasının nedeni olarak, sivil toplum unsurlarının daima devlet tarafından baskı altında tutulması gösterilmiştir. Osmanlı döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de sivil toplum kurumları ülkemizde gelişme olanağı bulamamıştır. Başka bir deyişle Cumhuriyet rejimi ana hatlarıyla Osmanlı toplum-devlet ilişkiler modelini aşamamıştır.
1960 ve 1980 askeri darbeleri Marksizm'in Türk sosyolojisindeki yerini nasıl etkilemiştir?
1960 askerî darbesi nasıl Türkiye’de sosyolojinin ve sosyal bilimlerin gelişim seyrinde gözle görülür bir farklılaşmaya yol açmışsa, 1980 askerî darbesi de benzer bir farklılaşmaya, kopukluk ve kesintiye yol açmıştır. Bu iki dış müdahalenin sosyolojik/toplumsal teori açısından doğurduğu sonuçlar arasındaki önemli farklardan biri, ilkinde Marksizm'in sosyolojiye duhul etmesi, ikincisinde ise ihraç edilmesidir. Türk sosyolojisinde iki önemli, ayırt edici kırılma noktasının başlangıç tarihleri 1960 ve 1980’dir.
1980 sonrası Türk Sosyolojisinde ekonomi-politik temelli terminoloji ve bakış açısı hangi yöne evrilmiştir?
Marksizmin bir sosyal teori olarak referans değerini yitirmesi sonucunda, önceki döneme damgasını vuran ekonomi-politik temelli terminoloji ve bakış açısı neredeyse büsbütün terk edilmiştir. Sosyolojide sınıf/tabakalaşma ve toplumsal yapı analizleri yerine varoş, yoksulluk ve toplumsal değişme analizleri; kalkınma/ gelişme, sosyal refah, eşitlik, gelir dağılımı vb. sorunlara önerilen çözümler yerine farklılık/kimlik, özgürleşim stratejileri ikame olmuştur.
1980 sonrası yaşanılan değişim sosyologların iktisadi sorunlara yaklaşımını nasıl etkilemiştir?
1980’lerde Turgut Özal’ın Fakir-Fukara Fonu (Fakfukfon) projesi, toplumun en geniş kesitlerinin aleyhine gittikçe bozulan gelir dağılımı sorunu karşısında devletin önerdiği yegane ironik çözüm yolu olmuştur. Bugünse sosyoloji camiasında iktisadi çerçevede dile getirilen tek öneri “vatandaşlık geliri”dir. 1970’lerde ve kısmen 1980’lerin ilk yarısında modernleşmenin iktisadi boyutları konusunda yayın yapmış sosyologlar kuşağı sonraki dönemde bambaşka konulara yönelmişlerdir. İktisadi sorunlardan kaçınmakta, kültürel konulara yönelmektedirler. İlgileri ve yaklaşım tarzları belirgin biçimde farklılaşmıştır. Sözgelişi sosyologların 1960’lı-1970’li yıllarda Osmanlı tarihine, Osmanlı iktisadi ve toplumsal yapısına gösterdikleri ilginin bir benzerine bugün tanık olunamamaktadır.
1980’lerde epistemoloji ve sosyal bilim metodolojisi üzerine yapılan tartışmalarda hangi konular eleştirilmiştir?
Pozitivizmin doğa bilimlerinden devraldığı kesinlik, yasa ve objektiflik kriterlerine yönelik ciddi eleştiriler gündeme gelmeye başlamıştır. İnceleme nesnesi toplum olan bilim disiplinlerinde (özellikle sosyolojide) pozitivist yöntemin nesnellik anlayışının sorgulandığı bir tartışma furyası açılmıştır.
Yeni dönemde pozitivist yöntemin nesnellik anlayışının sorgulanması dışında sosyolojide gözlemlenen bir diğer önemli gelişme ne olmuştur?
Disiplinler arası çalışmalar öne çıkmış ve konular çeşitlenmiştir. Kadın araştırmaları, etnik sorunlar, toplumsal cinsiyet, tüketim, şiddet, suç, çocuk ve aile araştırmaları günümüzde Batı sosyoloji kürsülerinde revaçta olan konulardır. Benzer çalışma alanları Türk sosyolojisinde de doğmuştur.
1980 sonrası dönemde Türkiye'nin genel sosyolojik yaklaşımında neler değişmiştir?
Tarih-üstü, evrenselci, tümelci, pozitivist, nomotetik sosyoloji/bilim paradigması giderek gözden düşmekte; tarihselci, yerel, tikelci, hermeneutik, idiografik (somut, tekil, ünik olana göndermede bulunan) sosyoloji/bilim paradigması sahneyi doldurmaktadır. Metodolojik tercihlerde gözlemlenebilir bir farklılaşma söz konusudur: Bir zamanlar sosyologlarımız arasında yaygın kabul gören işlevselcilik, yapısalcılık, sembolik etkileşimcilik vb. gibi pozitivist metodolojiler yerine yorumsamacı (hermeneutik), post-pozitivist metodolojiler, söylem analizleri, dil oyunlarına açılan arayış ve ifade biçimleri geçmiştir.
Pozitivizm eleştirileri sosyolojinin diline nasıl yansımıştır?
Elbette haklı gerekçelerle doğa bilimlerine özgü, kesinlik bildiren, matematiksel dilden tamamen ayrıksılaşan bir dildir bu. Dilin kullanımıyla ilgili yeni eğilimin sonuçlarından biri, sosyolojide yorumun, retoriğin, formalizmin hâkim olmaya başlamasıdır. Sanatsal ifade biçimlerine yaklaşan, şiir, edebiyat, mitoloji ve ritüele açılan, daha esnek, bilgiyi aşırı göreceleştiren, nedensellikten uzak, betimlemeye dayalı bir anlatım tarzı hükümferma olmuştur. Pozitivizmden kaçınmak adına, örtülü, çok-anlamlı, öznel ifade biçimleri, nedensellikten uzaklaşma eğilimi ve dilde muğlaklık egemen olmaktadır. Sosyal dünyaya ilişkin “açıklama” yerine “betimleme” geçmektedir. Böylece sosyolojinin giderek edebiyata yakınlaşması, jargona boğulması ve toplum sorunlarına herhangi bir çözüm önerme çabasından uzaklaşması riski gündeme gelmektedir.
1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması sonrasında AB’nin doğuşu Türkiye’de siyaseti ve sosyolojiyi nasıl etkilemiştir?
Avrupa, kendi iç sorunlarını bütünleşerek çözme yolunda önemli bir adım atarken, AB’ye dahil olmak için hukuki, toplumsal ve siyasal yapısını baştan sona yenileme çabasına girişen Türkiye’de üniter siyasal yapıyı ve toplum birliğini tehdit eden gelişmeler yaşanmaktadır. Başka bir deyişle Avrupa ülkeleri kendi aralarında bütünleşerek küreselleşme sürecinin etkili bir aktörü haline gelirken, Türkiye’de toplumsal çözülme ve parçalanma riskleri giderek güçlenmiştir. Bu iki gelişme arasındaki paradoks aşikârdır. Gerek AB ile uyum süreci gerekse küreselleşmenin dolaysız etkileri sonucu Türkiye’de siyaset ve sosyolojide ulus kavramı bir referans kaynağı olmaktan çıkmış, ulus-altı parçalar (cemaatler, azınlıklar, etnisiteler) vurgulu bir biçimde öne çıkmıştır.
1990’lı ve 2000’li yıllarda hangi araştırma alanları sosyologların ilgisini çekmeye başlamıştır?
Bu yıllarda sosyolojik araştırmaların alan ve temalarında hem bir farklılaşma hem de çeşitlenme gözlenmektedir. Kültürel çalışmalar kapsamında toplumsal cinsiyet (kadın, feminizm, travestiler vb.) odaklı çalışmalar, kimlik ve farklılık ekseninde milliyet, etnisite ve din araştırmaları sosyolojide oldukça rağbet gösterilen bir alan açmıştır. Bunun yanı sıra kent ve mekan, medya (iletişim, bilişim), bilgi/epistemoloji, popüler kültür (müzik, sinema, plastik sanatlar vb.), serbest zaman pratikleri (alışveriş, tüketim, eğlence), göç, azınlıklar, maduniyet, çocukluk, çocuk suçluluğu, gençlik, yaşlılık vb. konulu araştırmalar göz doldurmaktadır. Daha önce neredeyse hiç ilgi gösterilmeyen medikal sosyoloji, gerontoloji, sosyal hizmetler gibi araştırma alanları da sosyologların ilgisini çeken konular arasında yer almaya başlamıştır.
1990’larda ortaya çıkan siyasal yönelişli etnik-kimlik hareketlerinin sosyolojiye yansıması nasıl olmuştur?
Bu gelişme etnisite konulu araştırmalarda niceliksel bir artışı beraberinde getirmiştir. İslam, sivil toplum, demokratikleşme ve laiklik konulu araştırmalar revaçtadır. Bu gelişme sosyoloji alanında İslam/oryantalizm, din/modernleşme, kimlik/aidiyet eksenli tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu tartışmalar kapsamlı bir çeviri ve yayın faaliyetiyle eşzamanlı gelişmiştir. Gündeme damgasını vuracak olan telif çalışmalar ise sosyologlardan gelmiştir. İki sosyologumuzun, Şerif Mardin ve Nilüfer Göle’nin din ile modernleşme ilişkisini sorgulayan çalışmaları entelektüel çevrelerle sınırlı kalmayarak çeşitli toplum kesitleri üzerinde de kayda değer yankılar uyandırmıştır.
1990’lı yılların başlarında, liberal söylemin ön plana çıkmasının sebepleri nelerdir?
Bu yıllar küreselleşme ve postmodernizm üzerine tartışmaların yoğun bir çeviri ve yayın faaliyetiyle birlikte başladığı ve gündemi belirlediği yıllar olarak anılacaktır. Küreselleşme çığırının bir sonucu olarak liberal söylemin toplumsal teoride başat hale geçtiği görülmektedir. Başlangıçta şekilsiz, tekil ifade ve görünümleriyle toplumsal teoriye nüfuz etmeye başlayan postmodernizm ise küreselleşme akımının yanı başında bir sapak, bir patika olarak belirmiştir. Reel sosyalizmin çöküntüsü üzerine kendi meşruiyetini kuran liberal söylem, küreselleşme teorisi ve postmodernizm aracılığıyla, sadece güncel siyasete değil, akademik çalışmaya da damgasını vurmuştur.
Küreselleşme tartışmalarının sonucu olarak dünyada ön plana çıkan kültürel melezlenme kavramı Türkiye’de nasıl karşılık bulmuştur?
Küreselleşme tartışmaları ile birlikte, dünyada ve Türkiye’de genel geçer bir eğilim olarak “kültürel melezlenme” perspektifleri gündeme gelmiştir. Bireyler için varoluş ve yaşama mekanı ulusal sınırların dışına taşmıştır. Batı küreselleşmesinin, dünyanın adeta bir köye dönüştüğü bu çağda farklı, çoğul kültürler/kimlikler arasında bir diyalog ve karşılıklı etkileşim imkânı yarattığı öne sürülmektedir. Böylece Türk toplum düşüncesine damgasını vuran 1970’lerin toplumcu, kurtuluşçu, kitlelere seslenen, eşitlikçi ve dayanışmacı yaklaşımları geride kalmıştır. Perspektifler giderek bireyci, tikelci, farkçı ve rekabetçi özellikler sergilemektedir. Aşırı bireyselleşme, tekilleşme ve hedonizm telkini şüphesiz kapitalizmin tüketim kültürüyle bağdaşır niteliktedir. Bu gelişmenin kültürel yaşamda da çok çeşitli, çok boyutlu görünümleri olacaktır. En başta, kültürel ürünler çatışmacı, muhalif ve eleştirel boyutunu yitirmiş; uzlaşma, uyum ve eğlence unsurları ön plana çıkmıştır. 2000’lere gelindiğinde bu eğilimler yaygınlaşıp radikalleşecektir.
Postmodernist düşünme tarzının en büyük çelişkisi nedir?
Postmodernizm, modernizme atfedilen akıl, ilerleme, temsil gibi idealize edilmiş ilkelere kuşkuyla yaklaşan, tepkiselliği yanında kinik bir muhafazakârlığı da içinde barındıran, belirsizliği, öznelliği dilsel bir anarşiyle ifade eden, bütünsele karşı tekili, kısmi olanı öne çıkaran bir düşünme tarzıdır. Postmodernizmin en büyük çelişkisi, geliştirdiği bütün olumlu argümanlara karşın insanlığa bütünlüklü ve umut dolu bir vaatte bulunmaktan kaçınması; tam tersine, toplum adına kurtuluşçu perspektifleri mahkum etmesidir.
Postmodern teorisyenlerin toplum ve tarih anlayışları nasıldır?
Toplumun, ulusun ölümünü gündeme getirmektedirler; tarihsel gelişmeyi ve ilerlemeyi yadsıyan bulanık geçmiş ve bugün algıları belirsiz bir gelecek öngörüsüyle bütünleşmektedir. Başka deyişle onların gözünde tarih, her türlü belirlenimden yoksun, kaotik bir akıştan ibarettir. Postmodernizm, Aydınlanmacı düşünce geleneğinin, tarihin, büyük kuramların, ideolojilerin, öznenin, toplumsalın sonunun geldiği iddiasıyla ilgi çekmeye çalışan, sansasyonellikten ve medyanın bütün imkânlarını kullanmaktan çekinmeyen ve kendi içinde bir bütünlük taşımayan yamalı bir akımdır.
Batı-dışı modernlik kavramıyla birlikte modernleşme literatüründeki bakış açısı nasıl değişmiştir?
Bu kavramla sosyolojideki modernleşme literatürünün bakış açısı tersine çevrilmiştir. Modernleşmenin tek tip olmadığı, çoğul görüntülerle yaşantılandığı öne sürülmektedir. Bu, modernleşmeyi daima Batı’nın tekelinde gören ve Batı’yı merkeze alan tek-tip, klasik modernleşme kuramlarına aykırı bir yaklaşımdır. Batı-dışı modernlik kavramı, bugüne dek Türk sosyologlarında karşılaştığımız hâkim modernleşme kavrayışının içini boşaltmaktadır.
Cemil Meriç ve Sabri F. Ülgener’in 1980’ler ve sonrasında ortak bir okur portresinin oluşmasının sebepleri nelerdir?
Geçmişte birbirinden oldukça farklı, hatta birbirleriyle çatışan okur kitlelerine hitap eden bu yazarların yeni dönemde sağ ve sol çevrelerin ortak ilgisine mazhar olmaları ilgi çekicidir. Kendi aralarında bir düşünce ortaklığı da olmamasına rağmen, 1980’lerde ortak bir entelektüel platformda buluşmuşlardır. Bu ortaklığın sağlanmasında, söz konusu yazarların savunmuş oldukları düşüncelerin orijinal içerik ve bağlamından kopartılarak yeniden, yeni dönemin ruhuyla okunup yorumlanması etkili olmuştur. Bu yazarların sisteme muhalif yönleri törpülenmiş, buna karşılık, yeni oluşan ve kısa süre sonra başat bir eğilim kazanacak olan söylemlerle örtüşen iddiaları öne çıkarılmıştır.
Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay'in çalışmalarının genel ortak özelliği nedir?
1980’ler ve 1990’larda kaleme aldıkları metinleriyle gerek akademide gerekse entelektüel kamuoyunda etkili olan sosyologlar arasında hiç kuşkusuz Şerif Mardin, Nilüfer Göle ve Ali Akay’ın isimleri başta gelmektedir. Üretken ve verimli çalışmalarıyla küreselleşme, postmodernizm gibi akademik gündemde etkili olacak yeni tartışmalar içinde yer almışlar, bir yönüyle de Türkiye’de sosyolojinin medyatik yüzünü temsil etmişlerdir.
Doğan Ergun hangi özellikleriyle dikkat çekmiştir?
Son dönemde Türkiye’de hâkim sosyolojik metin üretme tarzına karşı sağlam dayanakları olan bir eleştirellik barındıran tavrıyla dikkat çeken bir sosyologumuzdur. Sosyolojide tarihsel bakış açısını önemseyen, sosyoloji ile tarih arasındaki kopmaz ilişkinin ayırdında olan, tarihsel diyalektiği metodoloji anlayışının merkezine yerleştiren az sayıda sosyologdan biridir. Ergun, ülkemizde örneklerine sıklıkla rastlanan -değişen döneme göre teori/metodoloji zafiyeti gösteren- sosyolog tipine uymamaktadır.
Baykan Sezer’in Türk sosyolojisine kazandırdığı yeni yaklaşım konusunda en temelde ne söylenebilir?
Türk sosyoloji literatüründe Baykan Sezer’in ismi 1960’ların sonlarında göze çarpmaya başlar. Çalışmalarının en belirgin özelliği, 1950’lerin hâkim uyumcu dünya görüşlerine, Türkiye’de toplumsal düşünceye yön veren modernleşme teorilerine karşıt bir biçimde eleştirelliği ön plana çıkarmasıdır. Onun Türk sosyolojisine getirdiği yeniliklerden biri, bugüne kadar ülkemizde evrensel, nesnel yasaları olan bir bilim disiplini olarak algılanan sosyolojinin evrensellik ve genel-geçerlilik iddiasına meydan okuması olmuştur. Baykan Sezer öncelikle toplum sorunlarını tarihsel derinliği ve boyutlarıyla ele alan bir yaklaşımın sahibidir. Dünya tarihinin temel sorun ve tartışmalarına (Doğu ve Batı uygarlıkları arasındaki ilişkiler ve çatışma, Yunanlılık, feodalite, Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT), Osmanlılık, Batılılaşma, endüstrileşme, sınıf çatışması vb.) kendine özgü bakış açısıyla yaklaşmış ve bu alanda eleştirel dayanakları güçlü bir sistematik teori oluşturma çabası içine girmiştir. Eserlerinin bütünlüğü göz önünde bulundurulduğunda, onun Türk sosyolojisinde yeni bir eşiği, yeni bir anlayışı temsil ettiği görülebilecektir. Sezer, çalışmaları, yetiştirdiği öğrenciler ve geliştirdiği özgün sosyoloji anlayışı ile bugün kendi adıyla anılan bir sosyoloji ekolünün doğmasına yol açmıştır.
Türk sosyologlarının bugüne kadar içine düştüğü çelişkiler nelerdir?
Bugüne kadar Türkiye gibi Batı-dışı ülkelerde sosyologların sergiledikleri başlıca çelişki ve açmaz, kendi toplumlarının Batı’dan kökten farklılığını reddederek tekçi, özcü ve evrenselci bir yaklaşımla türlü iyimser reçetelerin savunuculuğunu üstlenmiş olmalarıydı. Kendi toplumlarının Batı’dan kökten farklı olduğunu kabul eden sosyologlar ise, örtük bir aşağılık kompleksiyle kendi toplum gerçeklerine bakarken, gördükleri her şeyin iğreti ve ıslaha mecbur olduğunu düşündüler. Bu durumun nihai görüntüsü, Batı-dışı sosyologların özgün, farklı çözüm önerileri getirmekten aciz olmalarıydı. Bu nedenle uyumcu, kolaycı, “uygulamacı” ve bağımlı bir tavrın ötesine geçemeyip aralarından dünya çapında sözü dinlenir kişiler çıkaramadılar. “III. Dünya”nın, sözlerinin bir ağırlığı, değeri olmayan üçüncü sınıf sosyologları olarak kaldılar.
Günümüzde Türk sosyolojisi hangi anlayışla çalışmalarını sürdürmektedir?
Sosyolojinin “nesne”sini (toplum) yitirdiği ve bilim olma niteliğinin artık tartışmalı hale geldiği iddia edilmektedir.1980- 2000 döneminde sosyolojiye hâkim olan ve günümüzde de sürmekte olan yaklaşım tarzı, aşina olduğumuz toplum tablosunun parçalandığı algısını beraberinde getirmiştir. Sosyal teoride görülen bu farklılaşma 1980’ler ve 1990’lar boyunca bir “liberasyon ve bireyselleşme imkânı/süreci” olarak sunulmuştur. Ancak günümüzde bu tasavvurun yol açtığı pratik gelişmelerin toplumda sürekli parçalanma, kutuplaşma ve gerginlikler ürettiği ve sürecin bizzat kendisinin yeni sorunların kaynağı olduğu görülmektedir. Türkiye’de sosyoloji büyük ölçüde Batı etkisi altında, tek yönlü bir bağımlılık ilişkisi içinde biçimlenmiş ve biçimlenmeye de devam etmektedir. Elbette belirli dönemlerde bu etki ve bağımlılığı kırmaya yönelik çabalar, özgünlük arayışları da görülmektedir, ancak bunlar hâkim eğilimi oluşturmaktan uzak kalmıştır. Bugün gelinen noktada Türkiye’de sosyoloji ve genel olarak toplumsal teori küreselleşme ve postmodernizm adı altında çeşitli teori ve söylemlerin istilasına maruz kalmaktadır.