Kent Kuramları ve Türkiye’de Kentleşme
Chigaco Okulu hangi alandaki çalışmalara büyük önem vermiştir ve kim tarafından kaç yılında oluşturulmuştur?
Amerikan Sosyolojisinin ilk büyük okulu olan Chicago Okulu, kent çalışmalarına büyük önem verdi ve Chicago’yu kentleşme ve sorunlarının araştırıldığı bir laboratuvar olarak gördü (Ritzer, 2013). Öyle ki, Chicago okulu, 1920’li yıllarda kent sosyolojisi alanında ampirik araştırmalarla ünlendi.
Söz konusu okul, bağımsız kent sosyolojisi çalışmalarını başlatan Amerikalı bir sosyolog olan Robert Ezra Park tarafından 1920’li yıllarda kurulmuştur.
"Ekolojik Yaklaşım" kavramı neyi ifade etmektedir?
Ekolojik yaklaşım kent hayatını evrim, rekabet ve piyasa güçlerinin özel kentsel yasalarına dayanarak açıklama eğilimindedir.
Park, kentin doğal ayıklanma, rekabet, yerini alma, istilâ gibi Darwinist ilkeler etrafında şekillendiğini anlatmıştır. Doğada olduğu gibi, alansal bir rekabet dönemi bir kez hafiflediğinde, insanlar da bitkiler gibi belirli bir mahalleye yerleşir, kök salar ve bir topluluk duygusu geliştirirler. Yeni bir istilâ ve yerini alma dönemi başlar ve en yakın mahalleyi istila etmek için, bütün kente yayılan bir dalga etkisiyle, mevcut sakinleri dışa doğru iterler. Sonuçta yeni bir kentsel yerleşim örüntüsü, yeni bir kentsel güç dengesi ve uyum ortaya çıkar. Dolayısıyla, ekolojik yaklaşım kenti, kendine ait bir hayatı olan, insanların sürekli olarak karmaşık bir hayat mücadelesi ve alansal rekabet süreci içinde çevrelerine uyum sağladıkları, en güçlü olanın hakim olduğu, en zayıf olanın kent merkezinin arka taraflarında kaldığı bir “sosyal orman” ve bir tür organizma olarak düşünmüştür (Slattery, 2011).
"Boğa Gözü Modeli" nedir ve hangi sosyologlar tarafından ortaya atılmıştır?
Burgess ve McKenzie, Park’ın sosyal ekoloji düşüncesini bir adım ileriye taşıyarak kentsel yapıyı merkezden dışa doğru uzanan bir dizi ortak merkezli halkalar şeklinde gösteren ünlü Boğa Gözü modelini oluşturdular. Bu modelde, şehrin motor dairesi, ulaşımın önemli bir kısmının varış yeri ve ulaşımın kilit noktalarının toplandığı, merkezde yer alan iş merkezleriydi. Bu bölgeyi çevreleyen alanda nüfus ve arazi kullanımının kaygan ve değişken olduğu “geçiş bölgesi” görülüyordu. Bu bölgede sürekli bir nüfus ve mülkiyet değişimi söz konusudur. Bu bölge ayrıca kentin ucuz işgücü pazarının yaşadığı alandır. Söz konusu alanın dışında ise, daha başarılı işçilerin kendilerine mülk alıp Amerikan tarzı hayata daha sıkı bağlandıkları işçi sınıfı konutları bulunuyordu. Bunun da dış çevresinde, daha zenginlerin daha büyük mülkleri ile birlikte orta sınıf konutları vardı. Son olarak, ulaşım hızı ve araçları geliştikçe daha büyük alana yayılan yerleşim bölgeleri bulunmaktaydı (Burgess, 1925, s. 47-62).
Louis Wirth'e göre kentlere özgü olarak gelişen üç ana özellik nedir? Açıklayınız.
Louis Wirth, kentlere özgü olarak gelişen üç ana özellikten bahseder: Nüfusun büyüklüğü, yoğunluğu ve heterojen olması. Kentlerde nüfusun büyüklüğü, ayrım, kayıtsızlık ve toplumsal mesafe yaratır. Kentlerde nüfusun yoğunluğu ise; belirli roller yardımıyla insanların birbirleriyle ilişki kurmasını sağlamış, bu tür rollerin sahipleri arasında kentsel ayrımı ve daha büyük formel düzenlemeleri gerektirmiştir. Kentlerde nüfusun heterojenliği ise, hiç kimsenin kendilerine tam bağlılığı emretmediği, dolayısıyla insanların farklı ve değişken statülere sahip oldukları, farklı toplumsal çevrelere katıldıkları bir ortam yaratmıştır (Urry, 1999, s. 21).
George Simmel'e göre kent yaşamı bireylerin günlük yaşantılarını ve deneyimlerini nasıl şekillendirmektedir?
Simmel’e göre kent, modern insanın yaşamında merkezi bir yere sahiptir. Modern hayatın en temel sorunu, devasa toplumsal güçler, tarihsel miras, dış kültür ve teknik karşısında, kişilerin kendi özerklik ve bireyselliklerini koruma çabasından kaynaklanır (Özyurt, 2007).
Simmel, metropol dünyasının tamamen paraya dayalı kurgusu içerisinde yarattığı kentsel çevre ile insan doğasının uyumsuz olduğunu belirtir. İnsan zihninin çok ötesinde bir hızla işleyen metropol dünyasında, Simmel’in metropol bireyi kendini güvensiz hisseder.
Simmel’e göre bireyler kenti, insanların, amaçların ve olayların itişip kalkışması olarak algılarlar. Bütün bu uyaranlar ve keşmekeş arasında boğulmayı engellemek için kentliler bezgin (blase) bir tutum geliştirirler ve kendilerini etraflarındaki çoğu şeye kapatırlar. Bu bezgin tutum veya başkalarına yönelik ilgisizlik, kent sakinlerinin diğer insanlara karşı acımasız olduğu anlamına gelmez; sadece zamanlarını ve enerjilerini kendileri için önemli olan insanlara ve işlere odaklayabilmek amacıyla bir yaşam stratejisi olarak başkalarına olan mesafelerini korurlar (Macionis, 2012, s. 581). Simmel, bu noktada metropole özgü bir usanmışlık (bezginlik) hâlinden bahseder. Usanmışlık, birbirine karşıt birçok uyaranın hızla değişimi ve bastırılması sebebiyle taşıyabileceğinden daha fazla yükün altına giren sinirlerin artık ayrım yapamaz ve tepki veremez hâle gelmesidir (Şen, 2012). Metropol bireylerinin bu bezginlik hâli kaçınılmaz olarak başka insanlara karşı mesafeli bir sosyal ilişki formuna dönüşür.
Simmel'in ifade ettiği "kültürün stratejisi" kavramı ne anlama gelmektedir?
Simmel, kentsel toplumu bireylerin para ekonomisinin etkisi altında olan mikro-düzeyde davranışlarını gözlemleyerek tartışır. Ona göre, para ekonomisi toplumun ürettiği nesnel kültür ile bireyden kaynaklı öznel kültür arasında gittikçe artan bir yarılmaya neden olmaktadır. Simmel, bu yarılmanın ve kentlerde para ekonomisinin yarattığı nesnel kültürün, bireylerin öznel kültürleri üstündeki egemenliğine “kültürün trajedisi” adını verir. Modern kentin dünyasında paraya dayalı nesnel kültür, bireyin öznel kültürü pahasına gelişmektedir. Kentlerde artan işbölümü nesnel kültürü beslerken, bireyler bu kültürün bütününü yakalayabilmekten uzaktırlar; hatta bireyin kültüründe “maneviyat, hassasiyet ve idealizm açısından bir yozlaşma yaşanmaktadır (Simmel 1996’dan aktaran, Şen, 2012).
"Eleştirel kent sosyolojisi" nedir ve önde gelen düşünürleri kimlerdir?
Ağırlıklı olarak Manuel Castells, David Harvey ve Henry Lefebvre tarafından ortaya konulan eleştirel kent sosyolojisi, Chicago Okulu’nun bilinçli olarak araştırma çerçevesi dışında tuttuğu ekonomi politiği ve buna bağlı olarak kentlere sınıfsal bakış açısını (ki bu sınıfsal bakış açısı klasik Marksist teorinin sınıfsal bakış açısından daha kapsayıcıdır) kent araştırmalarının gündemine sokmuştur (Serter, 2013). Eleştirel kent çalışmalarının önde gelen düşünürleri Lefebvre, Harvey ve Castells, ekolojik yaklaşımın kent hayatını içsel bir mantığı olan ve özel semtlerden oluşan doğal bir organizma gibi görmesini kabul etmezler. Kent hayatının daha büyük sanayileşmiş yapılarla, özellikle ekonomi ile yakından ilişkili olduğunu iddia ederler. Kent hayatını anlamak için temel anahtar, zenginlik ve gücü yoğunlaştıran ve kâr için kenti birkaç kişinin elinde bir gayrimenkule dönüştüren kapitalizmdir (Macionis, 2012, s. 583). Nitekim, Castells ve Harvey’in çalışmaları sayesinde kent, sosyal ekolojinin alanı olmaktan çıkarılmış ve kapitalist üretim ilişkilerince kurgulanan sosyal güçlerin bir ürünü olarak görülmeye başlanmıştır (Topal, 2003).
Kentleşme sürecini, sınıf ve toplumsal hareketler temelli bakış açısı ile analiz eden düşünür kimdir? Açıklayınız.
Castells kentleşme sürecini, sınıf ve toplumsal hareketler temelli bakış açısı ile analiz etmiştir. Castells, kentte yaşayanların, kent ortamı ve kent hizmetleriyle ilgili protestolarını ifade etmek ya da değişiklik taleplerini yansıtmak için oluşturdukları kentsel örgütlenmeleri kentsel toplumsal hareketler olarak ifade etmektedir. Bu kavram, kapsamlı toplumsal değişimlere katkıda bulunan kentsel hareketler için kullanılmıştır. Castells’e göre, kentsel toplumsal hareketler, işçilerin mücadeleleriyle birleşebildiği takdirde, bir bütün olarak kapitalist kentlerde radikal dönüşümler gerçekleştirebilecek toplumsal bir güçtür (Marshall, 1999, s. 400).
Ayrıca Castells, kentler ve mahallelerin planları ve mimari özelliklerinin toplumdaki farklı gruplar arasındaki mücadelelerle şekillenmekte olduğunu ileri sürer. Başka bir deyişle, kent ve çevreleri, geniş toplumsal güçlerin simgesel ve mekânsal gösterimlerini temsil ederler. Örneğin, gökdelenler kâr sağlayacakları umulduğu için inşa edilebilirler, ancak dev binalar aynı zamanda teknoloji ve paranın kent üzerindeki gücünü simgelerler ve büyük şirketlerin egemenliğindeki kapitalizmin yükselme döneminin katedralleridir (Giddens, 2000).
"Kent hakkı" kavramı nedir ve ilk kez kim tarafından kullanılmıştır?
İlk kez 1960’lı yıllarda Fransız filozof Henri Lefebvre tarafından telaffuz edilen kent hakkı ifadesi, kent bağlamında temsili demokrasi temelinde daha insani bir yaşam hakkını ifade eder.
Kent hakkı, Lefebvre’e göre, diğer tüm haklardan üstündür; kavram özgürlük hakkı, yaşam alanı ve yerleşme hakkı, katılım ve kullanım haklarının hepsini kapsar. Aynı zamanda kent hakkı, kentsel karşılaşma hakkıdır, kullanım değeri üzerinden tanımlanan bir kent hayatına sahip olma hakkıdır. Başta dışlananlar, yoksunlar, yabancılaşmışlar, hoşnutsuzlar ve tedirginler olmak üzere herkesin mekânı ve kendini yeniden üretme hakkıdır. Bu doğrultuda kent hakkı talepleri, ortak alan hakkı, konut hakkı, içilebilir su hakkı, ekolojik olarak sürdürülebilir kent hakkı, eğitim, eğlence, düşünce ve toplanma özgürlüğü hakkı olarak çeşitlenmektedir. Kent hakkı, sadece kentte dolaşma hakkı değil, kent hayatında ve merkezinde yer alma hakkıdır.
"Dünya kenti" kavramı neyi ifade etmektedir?
Sanayi devriminin sonucunda teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesiyle ulaşım araçlarında ve iletişim teknolojilerinde olağanüstü devrimler meydana gelmiştir. Ulaşım ve iletişim teknolojileri sayesinde dünya, küreselleşme denilen mal, sermaye, hizmet ve bilgi akışının uluslararası ölçekte hızlandığı bir döneme girmiştir. Küreselleşme sürecinde, bazı kentler sahip oldukları sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal özellikleriyle diğer kentlere nazaran daha fazla ağırlık kazanarak; mal, bilgi ve sermaye akışının küresel ölçekte merkezleri hâline gelmişlerdir. Küresel ölçekli işletmelerin yoğunlaştığı bu kentler, ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan uluslararası büyük sermayenin yönetim merkezleri hâline gelmiştir. Küresel ölçekte merkezi bir konuma yükselen bu kentler özellikle küreselleşen dünya ekonomisiyle bütünleşmelerinden dolayı dünya kenti olarak anılmaktadır.
Friedmann'a göre dünya kentlerinin özellikleri nelerdir?
• Kentin dünya ekonomisi ile eklemlenme derecesi ve emeğin yeni mekânsal dağılımı sürecinde kente yüklenen fonksiyonlar, kentin içinde ortaya çıkan yapısal değişikliklerde anahtar rol oynamaktadır.
• Yeni mekânsal organizasyonda küresel sermaye, dünya kentlerini üretim ve pazarın eklemlenebilmesi amacıyla, temel düğüm noktaları olarak kullanmaktadır.
• Dünya kentlerindeki ekonomik sektörler ve istihdamın yapısı bu kentlerin global kontrol fonksiyonlarını yansıtır.
• Dünya kentleri uluslararası sermayenin yoğunlaştığı ve yığıldığı temel alanlardır, düğüm noktalarıdır.
• Dünya kentleri hem iç hem de dış göçlerin akın ettiği temel çekim noktalarıdır.
• Dünya kenti, endüstriyel kapitalizmin karşıtlıkları olan mekânsal ve sınıfsal kutuplaşmayı da içinde barındırır.
• Dünya kentinin büyümesi, o kentin kentsel yönetiminin mâli kapasitesini aşan sosyal maliyetler yaratma eğilimindedir.
Ülkemizdeki hızlı kentleşmenin nedenleri nelerdir?
Ülkemizde kırdan kente göç, 1950’li yıllarda başlamıştır. Türkiye’de kentleşme, sanayileşme ile paralel olarak gerçekleşmemiştir. Ülkemizdeki hızlı kentleşmenin ardında daha çok tarımda makineleşme, kır işsizliği, kan davaları gibi kırın aşırı nüfusu dışarı itmesi ile ilgili sebepler bulunmaktadır (Sağlam, 2006). Tarımda artan nüfusun aynı oranda artmayan tarım arazisine getirdiği baskının tarımın makineleşmesi ile birleşmesi sonucunda kırda emek fazlası oluşmuş, bu durum da kırdan kente bir göç hareketini başlatmıştır. Aynı zamanda, kent çevresinde gelişmekte olan sanayinin emek talebini kentlerde yaşayan kesim karşılayamadığından, yeni gelişmekte olan sanayinin emek talebi kırsal kesim açısından bir çekim oluşturmuştur.
Köylerde yaşayan nüfusun çoğunun yoksul olması, tarımsal üretimdeki verim düşüklüğü, ekilen toprakların çok parçalı olması, makineli tarımın artması, tarımda insan gücüne olan ihtiyacın azalması, köylerdeki alt yapı ve sosyal hizmetlerin kentlere göre daha az olması ve tarım dışı alanlarda yeterli istihdam imkânlarının bulunmaması nedeniyle köylerden kentlere doğru hızlı ve yoğun bir göç olmaktadır.
Türkiye'de kentleşme sorunlarının krize dönüşmeden kolayca çözümlenebiliyor olmasını sağlayan esas öğe nedir?
Kentleşme sorunlarının krize dönüşmeden kolayca çözümlenebiliyor olmasını sağlayan esas öğe, farklı toplum kesimlerinin kendiliğinden geliştirdiği mekânizmalardır. Türkiye, son 50 yılda yaşadığı kentleşmenin yarattığı sorunları ve büyük alt-üst oluşları enformel kurum ve mekânizmalar sayesinde kolay atlatabilmiştir (Işık ve Pınarcıoğlu 2001, s. 96). Kente gelen göçmenler gerek akrabalık gerekse hemşehrilik bağları üzerinden bir ilişki ağı kurmuştur. Göçmenler, kente yerleşme ve istihdam konularında akrabalık ve hemşehrilik ilişkilerinden faydalanmıştır. Hatta, kökene dayalı bu ilişkilerin yalnızca bir iş ve barınak bulma aracı değil, aynı zamanda bir kimlik kazanma mekânizması olduğu söylenebilir (Ayata 1990’dan aktaran Kaygalak, 2009). Özellikle zincirleme göç türü, bu ilişkilerin doğması ve yaygınlaşmasında etkili olmuştur. Gecekondu bölgeleri de çoğunlukla bu ilişkiler temelinde oluşturulmuştur. Aynı yöreden, ilçeden veya ilden gelen grupların bir arada yaşaması biçiminde tezahür eden bir “cemaatleşme” Türkiye kentleşmesinin önemli bir özelliğidir. Gecekondu bölgelerinde ortaya çıkan bu sosyal doku göçmenlere kentte önemli bir toplumsal çevre sağlamış ve kırla kent arasındaki pek çok farklılığın yarattığı sosyo-kültürel şoku hafifletici etki yapmıştır (Kaygalak, 2009).
Türkiye’de kentsel sorunlarla baş etme stratejilerinde söz konusu olan resmî, bürokratik hantallık ne gibi olumsuz sonuçlara yol açmıştır?
Türkiye’de kentsel sorunlarla başetme stratejilerinde söz konusu olan resmî, bürokratik hantallık, uzun vadeli plansızlık ve denetimsiz kentsel gelişme tümüyle toplumun kendiliğinden geliştirdiği güncel pratik çözümlerin yolunu açmış ve bunun Türkiye kentsel yapılaşması için bedeli oldukça ağır olmuştur. Kent çevresindeki hemen her tür alan vahşi bir yapılaşmaya açılmış, kentlerin yerine konması mümkün olmayan tarihsel değerlerinin yitip gitmesine neden olmuştur. Sonuçta, kalitesiz sıfatını her ölçüde sonuna dek hak edecek kentsel bir çevre ortaya çıkmıştır. 17 Ağustos ve 12 Kasım 1999 tarihlerinde yaşanan depremler, Türkiye’nin 50 yılı aşkın kentleşme deneyimi ile oluşturduğu kentsel çevrenin ne denli kalitesiz ve felaketlere gebe olduğunu gözler önüne sermiştir (Işık ve Pınarcıoğlu, 2001).
Gecekondulaşmanın önemli ekonomik ve sosyal sonuçları nelerdir?
Gecekondulaşmanın önemli boyutlarda ekonomik ve sosyal sonuçları olmuştur: Örneğin, hazine arazilerine yerleşebilme olanağı bir yandan emeğin maliyetini düşürerek yeni gelişen sanayilere ucuz emek sağlamış, diğer yandan da göçün maliyetini göçmenlere yükleyerek devletin sosyal harcama yükünü azaltmıştır. Bu sayede, kentsel rantların paylaşımında gerçek bir sınıfsal çatışmanın da önü alınmıştır. 1950-1980 yılları arasında Batıda sosyal devletin konut yatırımlarını desteklemesi, dönemin güçlü sosyal devlet anlayışının sonucu olmuştur. Türkiye’de aynı dönemde devletin hazine arazilerine işgal yoluyla yerleşmeyi görmezden gelmesi aynı ekonomi politikalarından etkilendiğinin göstergesi olarak okunabilir (Kurtuluş, 2006).
Kentsel dönüşüm nedir ve sosyoloji literatürüne ilk kez ne zaman girmiştir?
Genel bir kavram olan kentsel dönüşüm; yenileme, sağlıklaştırma, soylulaştırma, canlandırma, koruma, ıslah, imar vs. gibi pek çok müdahale biçimini kapsayan bir anlam ve eylem genişliğine sahiptir. Kentsel dönüşüm bir anlamda, kentsel alanların soylulaştırılarak, yeniden sahiplendirilmesidir. Kentsel dönüşüm (soylulaştırma) terimi sosyoloji literatürüne ilk defa 1960’lı yıllarda Ruth Glass’ın (1964) Londra üzerine yazdığı bir makale ile girmiştir; İngilizce’deki karşılığı, “gentrification” sözcüğünü de ilk Glass’ın kullandığı belirtilmektedir (Somersan, Schroeder ve Çubukçu, 2011).
İdeal bir kentsel dönüşümün başlıca üç ayırt edici özelliği nedir?
İdeal bir kentsel dönüşümün başlıca üç ayırt edici özelliği vardır. Birincisi, bir yerin doğasını değiştirmeyi ve yerleşik halk ile söz konusu yerin geleceğinde söz hakkı bulunan aktörleri sürece dâhil etmeyi amaçlamasıdır. İkincisi, bölgenin özel sorun ve potansiyel lerine bağlı olarak, devletin temel işlevsel sorumlulukları ile kesişen çok çeşitli hedef ve faaliyetleri içerir. Üçüncüsü ise, süreçle ilişkili kurumsal yapılar değişkenlik gösterse de, farklı ilgi grupları arasında işleyen ortaklıkların oluşturulmasını gerektirmektedir (Turok, 2004; akt, Ataöv ve Osmay, 2007).
1950’lerden bugüne Türkiye’de metropoliten kentlerde kentsel dönüşümün üç farklı döneme göre farklılaştığı gözlemlenmektedir. Bu dönemler nelerdir?
İlk dönem ekonomik büyüme politikasının yaygınlaştırıldığı ve sanayileşmenin yaşandığı 1950 ve 1980 yılları arası dönemdir. 1950 ve 1980 arasında yaşanan sanayileşmenin sonucu ortaya çıkan hızlı kentleşme ve kentlere yoğun göç nedeniyle gecekondulaşma aynı anda yaşanmıştır. Ekonomik büyüme ve göç büyük kentlerin hızla büyümesine ve gecekondulaşmasına neden olmuştur. Bu dönemde en önemli kentsel dönüşüm kent çeperindeki boş arazilerin gecekondu mahallelerine dönüşmesi ve daha sonra bu mahallelerin sağlıklaştırılması, apartmanlaşarak yeniden yapılandırılması veya temizlenerek farklı nüfus gruplarına yönelik yenilenmesi şeklinde olmuştur.
İkinci dönem büyük kentlerin dışa açık liberal ekonomiden ve küreselleşmeden etkilendiği 1980 ve 2000 yılları arasıdır. Bir yandan kent içinde ruhsatlı ve ruhsatsız yapılanma meydana gelmiş, öte yandan yerleşim alanları merkez dışına yayılmıştır. Bu dönemde kentsel dönüşüm kentiçi konut alanlarının yanı sıra, sanayi, merkez ve kıyı alanlarında da gözlemlenir. Yaşam kalitesi düşmüş ve riskli alanların yenilenmesi, sağlıklaştırılması veya yeniden canlandırılması şeklinde olmuştur (Ataöv ve Osmay, 2007, s. 58-59).
Son dönem, yani 2000’li yıllar, yerel yönetimin özel sektörle işbirliğinin hız kazandığı ve ilk defa kentsel dönüşümün strateji olarak tanımlandığı dönemdir. Ancak, dönüşüm stratejisi sadece kentsel yenileme olarak tanımlanmış ve bu yaklaşım farklı kent parçalarının farklı kullanımlara dönüştürülmesi için uygulanmaya başlanmıştır. Bunun yanında tarihi konut alanlarının soylulaştırılarak korunması ve apartman alanlarının iyileştirilmesi de göze çarpar. Bu yıllarda, kentsel dönüșümde kullanılan en yaygın müdahale biçimi, ‘kentsel yenileșme’ ya da kentsel canlandırmadır.
Ülkemizde en kapsamlı kentsel dönüşüm süreci kaç yılında ve hangi yasanın yürürlüğe girmesi ile başlamıştır? Olumsuz yönleri nelerdir?
Türkiye’de en kapsamlı kentsel dönüşüm süreci 12 Mayıs 2012 tarihinde yürürlüğe giren “Yeni Afet Yasası” ile birlikte 7 milyon konutu içerecek şekilde başlamıştır.
Yeni Afet Yasası’nın ortaya çıkarabileceği olumsuz sosyolojik sonuçlara değinen Suğur (2014) şu noktalara dikkat çekmektedir: Afet yasası, kentsel dönüşüm ile ilgili olarak merkezi otoriteye olağanüstü yetkiler veren, diğer tüm yasaların yaptırım ve sınırlamalarından muafiyetleri içeren, yerel yönetimleri çok büyük ölçülerde sürecin dışında tutan, TOKİ ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na imar düzenlemeleri ile ilgili geniş yetkiler veren bir düzenlemedir. Kentsel dönüşüm ile ilgili maliyetleri çok büyük ölçüde konut sahiplerine havale eden, kentsel dönüşüm ile ilgili profesyonel meslek örgütlerini ve sivil toplum kuruluşlarını karar alma mekânizmalarının dışında tutan, sürecin sosyal yönlerini önemli ölçüde ihmal eden bir düzenlemeyi içermektedir. Ayrıca, bu yasa, kentlerin merkezinde, merkeze yakın yerlerde, kentlerin çeperlerinde ve ormanlık vasfını yitirmiş araziler de dâhil olmak üzere çok sayıda alanın kentsel dönüşüm kapsamında yapılaşmasına yol açacak riskler barındırmaktadır.
"Kapalı siteler" nedir ve ne gibi toplumsal sonuçlara yol açmıştır?
1980 sonrasında yaşanan söz konusu sosyal ve mekânsal ayrışmanın en bariz örneği, kapalı veya güvenlikli site alanlarıdır. Kapalı siteler genel olarak, orta ve üst gelir grubundan hane halklarının dışarıya kapalı ve izole, üst düzey ve özel güvenlik önlemleri ile kuşatılmış, belli boş zaman olanakları sunan ve yaşam tarzı kurgusu etrafında biçimlenmiş olan konut alanları olarak tarif edilmektedir.
Güvenlikli ve kapalı siteler, belli bir ödeme gücüne sahip kesimin, kendini “dışarıda” bırakmaya çalıştıkları olası kötülüklerden (yankesicilik, hırsızlık, uyuşturucu satıcılığı vb.) korunması, sosyal olarak tanımlı bir alanın oluşturulması ve mülk değerlerinin korunması amacı ile kurulurlar. Bu bedeli ödeyemeyenler bir kapalı sitenin sokaklarında dolaşamazlar. Buradaki seçmecilik, gelire bağlı bir sınıfsal ayrımcılığa işaret ederken, mahallede olması beklenen çeşitlilik, ortak ve paylaşılan değerleri gözardı eder. Korunan şey, seçkinci bir azınlığın sahip olduğu mülk değeridir. Korunan kesimler, kamunun ortak ideallerinden ve ortak gelecek fikrinden de uzaklaşırlar. Kapalı sitelerin bu anlamda, toplumun geri kalanı ile içinde bulunduğu gerilime dikkat çekilmektedir (Firidin Özgür, 2007, s. 82). Kapalı sitelerin kentin kamusal işlevlerini duvar veya parmaklıklarla çevrili özelleşmiş alanlara çekmesi ve bu alanları sadece bedelini ödeyebilenlerin kullanması, sosyal ve mekânsal ayrışmanın yeni biçimlerini belirgin hâle getirmektedir (Bektaş, 2011).