KÜRESELLEŞME VE YENİ DÜNYA DÜZENİ (1991-2003)
"Yeni dünya düzeni" kavramı en basit haliyle neyi ifade etmektedir?
Yeni dünya düzeni kavramı sadece ABD hegemonyasına dayalı tek kutuplu bir uluslararası sistemi değil, aynı zamanda tüm dünyanın yeniden şekillendirilmesini öngören ve Batı dünyasına ait ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel değerler ile kurumların da tüm dünyaya benimsetilmesini ve yerleştirilmesini ifade etmekteydi. Bu değer ve kurumlar ise temelde kapitalist ekonomi ve liberal demokratik bir siyasal yapı olmak üzere iki bağlama oturmaktaydı.
Yeni dünya düzeni kavramı ilk olarak kim tarafından kullanılmıştır?
Yeni dünya düzeni kavramı ilk olarak ABD Başkanı George Bush tarafından 1991’de dile getirilmiştir. Bu kavram siyasal olarak tüm dünyanın yeniden şekillendirilmesine dayanmaktaydı. Özellikle insan hakları, hukukun üstünlüğü ve demokrasi kavramlarının uluslararası toplum açısından olmazsa olmaz hâle getirildiği yeni dönemde, tüm devletlere siyasal anlamda da liberalleşmeye gitmeleri vaaz edildi.
1992 seçimleriyle başa gelen Clinton yönetiminin izlediği politikanın genel hatları ne şekildedir?
Clinton yönetimi askerî harcamaları kısarak vergi politikalarıyla kamunun sosyal harcamalarını arttırma yolunu seçti. İzlediği dış politikada hem ABD hem de dünya kamuoyundan önemli bir destek buldu. Bunun temel nedeni, Clinton yönetiminin uluslararası sorunları ve krizleri çoktaraflılık çerçevesinde çözmeye çalışmasıydı. ABD başta müttefik devletler olmak üzere diğer devletlerle işbirliği yapmak, sorunları ilgili tüm aktörlerle görüşerek çözmek yolunu benimsemişti. Ayrıca sorunların çözümünde özellikle BM gibi uluslararası platformlar kullanılarak bir meşruiyet kazanılmaya da çalışılmaktaydı. Demokrasi, insan hakları ve serbest piyasa ekonomisi gibi yeni dünya düzenine şeklini veren kavramları dış politikanın temeline oturtan Clinton, bu ilkelerle çatıştığını düşündüğü çeşitli ülkelere karşı sert politikalar izlemeyi sürdürdü. Yeni dünya düzeniyle uyuşmadığı düşünülen Irak, İran, Kuzey Kore gibi ülkeler haydut devletler olarak adlandırıldı. ABD bu ülkelere doğrudan müdahale etmediyse de siyasal ve ekonomik izolasyonlarına dönük politikalar izledi.
11 Eylül saldırısının ardından ABD nasıl bir dış politika izlemiştir?
11 Eylül saldırısının ardından ABD dış politikasının merkezine güvenlik ve terörle mücadele oturtulmuştur. ABD’nin güvenlik kaygılarını ortaya koyarak, 2001 sonlarında Afganistan’da başlattığı askerî operasyon artık yeni bir dönemin başladığını göstermekteydi. Bu dönemde ABD çok taraflılık ve meşruiyet gibi olgulara önem vermeyecek, dış politikada diplomasi ve barışçı yöntemlerin yerine doğrudan askerî güç kullanılması gibi yöntemler benimsenecektir. Askerî harcamaların artışını ve silahsızlanma girişimlerinin de rafa kaldırılmasını içeren bu yeni politika uluslararası istikrarsızlığı arttırdığı gibi Amerikan hegemonyasına duyulan tepkiyi hızla büyüttü, ABD’nin geleneksel müttefikleriyle bile ciddi görüş ayrılıkları yaşamasına neden oldu.
11 Eylül saldırısı sonrasında ABD siyasetinde hangi grup etkin konuma gelmiştir?
Bush yönetiminin 11 Eylül sonrasında hızla yönetim kademelerine getirdiği ve dış politika önerilerini benimsediği Yeni-Muhafazakarlar yeni dünya düzenine karşı muhalefet eden "haydut devletler"in mümkün olan bütün yollar kullanılarak dönüştürülmesinin bir zorunluluk olduğunu ileri sürmekteydiler. Bu çerçevede, ABD gerektiğinde askerî güç olarak söz konusu devletlerin rejimlerini değiştirmeli ve yeni dünya düzeniyle uyumlu hâle getirmeliydi ve bunu yaparken uluslararası bir meşruiyet sağlamak zorunda değildi. Liberal değerlerin dünya üzerindeki mutlak hâkimiyetinin sağlanmasına dayanan söz konusu görüşler, Bush döneminde ABD dış politikasının belirlenmesinde hayli etkili olmuştur. Afganistan’ın işgaliyle başlayan ve sonrasında 2003 yılında Irak’ın işgaliyle devam eden bu yeni dış politika uluslararası barışı ve istikrarı zedeleyecektir.
Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun uluslararası yapıdan uluslarüstü bir yapıya dönüşmesi hangi anlaşma ile gerçekleşmiştir?
Avrupa Ekonomik Topluluğu çerçevesinde yürütülen entegrasyon çabaları 1989 sonrasında hız kazanmış; 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması’yla topluluk uluslararası bir yapıdan uluslarüstü bir yapıya dönüşmüştür. Antlaşma’nın yürürlüğe girdiği 1992 yılından itibaren örgütün adının Avrupa Birliği’ne dönüştürülmesi sadece bir isim değişikliğine değil, aynı zamanda söz konusu yapı değişikliğine de işaret etmekteydi.
Yeni dünya düzeninin Doğu Avrupa’ya ihracını sağlayan temel dinamiğin AB olması ve postkomünist rejimler için bir yol haritası sunmak amacıyla hangi kriterler kabul edilmiştir?
Eski Doğu Bloku ülkelerinin hızlı bir dönüşüm başlatarak liberal demokratik bir siyasal ve ekonomik sistem kurma yolundaki istekleri Almanya, Fransa, İngiltere gibi büyük Avrupa güçleri tarafından desteklendi. Bu dönüşümün sağlanmasında AB çok önemli bir platform olarak görüldü. Özellikle, 1993 yılında Kopenhag zirvesinde belirlenen ve işleyen bir piyasa ekonomisine ve demokrasi ile insan haklarına dayalı bir ekonomik ve siyasal yapıya sahip olma olarak özetlenebilecek Kopenhag Kriterleri'nin AB’ye üyelik için zorunlu tutulması, postkomünist rejimler için bir yol haritası sunmaktaydı. Böylelikle, yeni dünya düzeninin Doğu Avrupa’ya ihracını sağlayan temel dinamik AB olacaktı.
Rusya Federasyonu 1993’te ilan ettiği "Yakın Çevre Doktrini" ile neyi ortaya koymuştur?
Moskova 1993’te ilan ettiği "Yakın Çevre Doktrini" ile post-Sovyet coğrafyanın hâlâ kendi etki alanında olduğunu ve bu coğrafyaya yabancı güçlerin yerleşmesine izin verilmeyeceğini açık bir biçimde ilan etti. Bu çerçevede, Gürcistan’da Gamsahurdia, Azerbaycan’da Ebulfeyz, Elçibey gibi Rusya karşıtları Moskova tarafından düzenlenen operasyonlarla iktidardan uzaklaştırıldı. Petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının Moskova’nın razı olmayacağı bir formülle Batı’ya nakledilmesine izin verilmeyeceği açık bir biçimde vurgulandı.
Rusya'nın Yakın Çevre Doktrini ile bölgedeki hakimiyetini sağlamlaştırma çabaları ABD tarafından hangi politika ile desteklenmiştir?
Moskova’nın "Yakın Çevre Doktrini" ile bölgeye dönüşü Batı tarafından da belli oranda desteklenmiştir. Clinton döneminde benimsenen "Önce Rusya" (Russia First) politikası çerçevesinde ABD yönetimi, bölgenin istikrarsızlaşmasını büyük bir tehlike olarak gördüğünden Rusya’nın bölgede stabilizatör güç olarak kalmasının daha iyi olacağını düşünmüştür. ABD ayrıca, ardıl devlet olarak SSCB’nin bütün kitle imha silahlarını devralmış olan Rusya'nın Batı karşıtlığına yönelmesi durumunda çok büyük bir tehdit oluşturacağının farkındaydı.
Putin yönetimi Rusya'da nasıl bir dış politika izlemiştir?
Putin döneminde Rus dış politikası belirgin bir değişim sürecine girmiştir. Özellikle ABD’nin Bush yönetimi altında çok taraflı dış politika çizgisinden sapmasının ardından, Rusya ABD politikalarına açıkça karşı çıkmaya başlamıştır. NATO’nun Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesine muhalefet edilirken ABD’nin Kosova ve Irak müdahalelerine karşı açıkça tavır alınmıştır. Rusya BM’deki oylamalarda olumsuz oy kullanarak ABD’nin bu platformu kullanmasını engellemiş; ABD politikalarına tepki olarak silahsızlanma çabalarını durdurmuş ve 1993’te imzalanan nükleer silahsızlanma antlaşması olan START II’den çekilmiştir. Ekonomik durumun düzelmesine paralel olarak savunma bütçesi arttırılmıştır. Tüm bu politikalarla Rusya artık tek kutuplu dünya düzeninden memnuniyetsizliğini açıkça dile getiren ülkelerden biri hâline gelmişti.
Hangi Eski Doğu Bloku ülkelerinin yeni dünya düzenine ekonomik ve siyasi olarak adaptasyonu en hızlı ve en kolay şekilde gerçekleşmiştir?
Coğrafi olarak orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin oluşturduğu, aralarında Polonya, Baltık Devletleri, Çek Cumhuriyeti, Macaristan gibi ülkelerin yer aldığı grup, yeni dünya düzenine hem siyasal hem de ekonomik olarak en hızlı ve en kolay uyum sağlayan grup olmuştur. IMF ve Dünya Bankası tarafından da salık verilen ve çeşitli fonların devreye sokulmasıyla desteklenen şok terapi yöntemini benimseyerek hızla liberalleşen bu ülkeler, kısa bir sürede dönüşümlerini başarıyla tamamlamışlardır. Kuzeydeki komşuları kadar olmasa da Romanya ve Bulgaristan’da da dönüşüm başarıya ulaşmıştır. Büyük oranda AB'nin bölgedeki etkisiyle bu ülkelerin tamamı 2000’lerde AB ve NATO’ya üye olmuş; Avrupa’nın bu bölümü 15 yıl içinde yeni dünya düzenine uyumlu hâle gelmiş ya da getirilmiştir.
Ekonomik ve siyasal dönüşümün en başarısız olduğu Eski Doğu Bloku ülkeleri hangileridir?
Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetleri olan Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’dan oluşan coğrafya gerek ekonomik gerekse siyasal dönüşümün en başarısız olduğu bölgedir. Zaten zayıf bir siyasal kültüre sahip olan bu ülkelerde 1991 sonrasında kişisel otoriter rejimler kurulmuştur. Zengin ham madde kaynakları dönem içinde ülkelerin refahını arttırdıysa da ekonominin dar bir elit tarafından kontrol ediliyor oluşu, geniş halk kitlelerinin bu refahtan yeterince yararlanamamalarına yol açmıştır. Antidemokratik otoriter uygulamalar Batı kamuoylarının ilgisinden uzak olduklarından aynen devam etmiş ve bu rejimler siyasal liberalleşme yönünde çok kısıtlı adımlar atmışlardır. Bu devletlerde liberal talepleri olan bir muhalefetin yavaş yavaş filizlenebilmesi için 21. yüzyılı beklemek gerekecektir.
1995'te imzalanan Dayton Barış Anlaşması Bosna-Hersek'e nasıl bir siyasal düzenleme getirmiştir?
Boşnak, Hırvat ile Sırp liderler tarafından 14 Aralık’ta imzalanan Dayton Barış Anlaşması ile Bosna-Hersek’in, Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti’nden oluşan tek bir devlet olması kararlaştırıldı. Bosna-Hersek Federasyonu tarafların nüfus yapılarına göre kanton adı verilen ve özerkliğe sahip 10 idari yapıdan oluşacak, Bosna-Hersek Devletinin %49’u Sırp, %30’u Boşnak ve %21’i de Hırvat denetiminde kalacaktı.
Körfez Savaşı BM'nin hangi sayılı kararı ile son bulmuştur?
Çöl Fırtınası Operasyonu adı da verilen Körfez Savaşı 17 Ocak 1991’de başlatıldı. Irak’a müdahaledeki temel amaç, petrolün Batı’ya sorunsuz akışını sağlayabilmekti. Bu savaş, BM Güvenlik Konseyinin 2 Mart 1991 tarihinde aldığı 686 sayılı ateşkes kararıyla son buldu. Söz konusu karar, Kuveyt’in egemenliğinin yeniden tesis edildiğini vurguluyordu.
BM'nin 1991 yılındaki 687 sayılı kararı Irak açısından hangi düzenlemeleri getirmiştir?
ABD, BM'nin 686 sayılı kararı ile Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesini sağlamış, ancak Saddam Hüseyin’i iktidardan uzaklaştırmayarak mevcut rejiminin Irak’ta devamından yana bir politika izlemişti. 3 Nisan’da BM Güvenlik Konseyi tam ateşkes sağlayacak, erimi 150 km’nin üstünde olan tüm silah ve balistik füzelerin imhasına karar verecek, Irak’ın kitle imha silahlarının bir komisyon tarafından yerinde görülmesine olanak sağlayacak olan 687 sayılı kararı aldı. Bu karar, kitle imha silahlarının imhasını ve denetimi öngörmekle beraber bu imha ve denetim işlevini BM Özel Komisyonu (UNSCOM) ve Uluslararası Atom Enerjisi’ne (IAEA) bırakıyordu.
İsrail ile Filistin arasında 2000 yılına kadar sürecek olan barış süreci hangi Konferans ile başlamıştır?
30 Ekim 1991’de ABD ve Sovyetler Birliği’nin öncülüğünde İsrail, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Ürdün/Filistin delegasyonunun katılımıyla Madrid’de başlayan Konferans'ta iki taraf arasındaki görüşmelerin temel eksenini 1967’den beri İsrail’in işgalinde bulunan Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne özerklik verilip verilmeyeceği konusu oluşturdu. İsrail işgal altındaki topraklara sınırlı bir özerklik verilmesinden yanayken Filistinliler zamanla bağımsızlığa varacak daha geniş bir özerklik anlayışını savunuyorlardı. İki taraf bu görüşmelerde bir uzlaşmaya varamadı, ancak Madrid Konferansı İsrail ile Filistin arasında 2000 yılına kadar sürecek olan barış sürecini başlatmış oldu.
2002 yılında ABD, AB, Rusya Federasyonu ve BM'nin önderliğinde oluşturulan "Yol Haritası" İsrail-Filistin çatışmasını sonlandırmak adına neler önermekteydi?
2002’nin Ekim ayında ABD, AB, Rusya Federasyonu ve BM’den oluşan Orta Doğu Dörtlüsü süre gelen çatışmaları sonlandırmak ve sorunu çözebilmek için bir "Yol Haritası" hazırladı. Yol Haritası’na göre birinci aşamada, Mayıs 2003’e kadar terör ve şiddet eylemlerine son verilecek, Filistinlilerin durumlarının düzeltilmesine çalışılacak ve Filistin kurumlarında reformlar yapılacaktı. Geçiş Dönemi olarak adlandırılan ikinci aşamada, Haziran-Aralık 2003 tarihleri arasında İsrail 1967 sınırları öncesine çekilecek ve geçici bir Filistin Devleti kurulacaktı. 2004-2005 yıllarını kapsayan son aşamada ise Filistin Devleti’nin sınırlarının belirleneceği bir nihai statü antlaşması imzalanacaktı. Filistin ve İsrail tarafları 4 Haziran 2003’te Akabe’de bir araya gelip Yol Haritası’nı uygulayacaklarını açıkladılarsa da şiddet eylemlerinin devam etmesi üzerine barış süreci yeniden başlatılamadı. Taraflar arasındaki şiddet eylemlerinin sürekli artması, İsrail’in Filistin’le olan sınırlarını belirlemek için 2002 yılında Batı Şeria’da bir duvar inşasına girişmesi ve İsrail’in uluslararası toplumun tepkilerine rağmen duvar inşasını sürdürmesi, Yol Haritası’nın uygulanabilme zeminini oldukça daralttı.
İran’ın nükleer programının uluslararası bir kriz hâline gelmesinin 2002 yılında gerçekleşmesinin nedeni nedir?
1950'lerde ABD'nin desteğiyle başlayan İran’ın nükleer programının uluslararası bir kriz hâline gelmesi 2002 yılında gerçekleşti. Bunun nedeni ise 11 Eylül’den sonra ABD dış politikasında yaşanan değişimdi. Ocak 2002’de Başkan Bush, terörizme karşı küresel savaş ilan ederek İran’ın Kuzey Kore ve Irak ile birlikte "şer imparatorluğu"na dahil olan ülkelerden biri olduğunu dile getirmişti.
11 Eylül Saldırıları sonrasında ABD ilk olarak hangi ülkeyi hedef almıştır?
11 Eylül Saldırıları sonrasında ABD Başkanı George W. Bush, ABD’nin teröre karşı küresel savaş ilan ettiğini açıkladı. Teröre karşı küresel savaş, asıl olarak El-Kaide’yi hedef almakla beraber bu örgütle bağlantılı olan diğer İslami örgütlenmeleri de kapsıyordu. Artık ABD ve müttefikleri askerî, politik ve ideolojik olarak teröristlerle bir savaşın içindeydiler. Nitekim, ABD El-Kaide lideri Usame Bin Ladin’i sakladığı ve desteklediği gerekçesiyle ilk olarak Afganistan’a bir operasyon başlattı. Afganistan operasyonunu Irak’ın işgali takip etti.
11 Eylül Saldırılarının ABD dış politikası üzerinde nasıl bir etkisi olmuştur?
11 Eylül saldırıları, ABD dış politikasında önemli bir kırılma yarattı. Bu yeni dönemde, ABD çok taraflılık ve meşruiyet gibi olgulara artık önem vermeyecek, dış politikada diplomasi ve barışçı yöntemlerin yerine doğrudan askerî güç kullanılması gibi yöntemler benimsenecektir. ABD 2001 Aralığı’nda ABM (Anti Balistic Missile) Anlaşması’ndan ayrıldığını, Kyoto Anlaşması’nı onaylamayacağını ve Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi’ni ise imzalamayacağını açıkladı. Başkan Bush Ocak 2002’de yaptığı konuşmada Kuzey Kore, Irak ve İran’ı "şer imparatorluğu" olarak değerlendirdi ve bu ülkelerin nükleer silah elde etme çabalarının engellenmesi gerektiğini dile getirdi. Haziran 2002’de ABD Askerî Akademisi'ndeki konuşmasında ise düşman harekete geçmeden onu bertaraf etmek gerektiğini ve bunun ABD’nin evrensel hakkı olarak kabul edilmesi gerektiğini ifade ederek "önleyici savaş" doktrinini ilan etti.