aofsorular.com
TAR222U

İKTİDARIN EVRENSELLİĞİNDEN PARÇALANMIŞ İKTİDARA: ROMA VE ORTAÇAĞ

2. Ünite 20 Soru
S

Roma Krallığı halkının örgütlenme yapısı ne şekildedir?

Roma Krallığı bir kabileler konfederasyonu biçiminde örgütlenmişti. Yurttaşlık haklarına sahip olan Roma halkı (populus romanus) üç temel kabilede toplanmıştı. Her kabile, on fratriye (curia), her curia ise 10 klana (gens) ayrılmıştı. Böylece populus romanus, üç tribus, 30 curia ve 300 gensten oluşmaktaydı. Temel örgütlenme ilkesi soy olduğu için siyasal haklardan yararlanabilmek için, örgüt­lenmenin birinci basamağında yer alan bir gens’in mutlaka üyesi olmak gereki­ yordu. Bir gens’in üyesi olan yetişkin bütün erkekler tüm yurttaşlık haklarını elde tutuyorlardı. Hiçbir soyla yani bir gens’le ilişkisi olmayan, iki ayrı grup daha vardı. Bunların ilkine pleb, ikincisine ise client denmekteydi. Bu iki kesim özgür nüfusu oluşturuyordu ama siyasal haklardan yoksundular. Toplumsal örgütlenmenin en altında ise özgürlükten mahrum, alınıp satılabilir bir mal olarak köleler bulunuyordu.

S

"Res publica" kavramı Roma siyasal dünyasında neyi ifade etmektedir?

Res publica sözcüğü res (eşya, nesne) ve publica (ortaklığa, topluluğa, kamuya ilişkin) sözcüklerinin birleşimiyle "kamusal şey, kamusal çıkar, kamusal işler, olaylar..." gibi anlamlara gelmektedir. Ancak bu sözcük Roma siyasal düşüncesinde Yunan düşüncesindeki politea’nın yani devletin karşılığı olarak kullanılmaya başlanır. Bu haliyle Roma düşüncesinde res publica devletin kamusal vasfını ortaya koyar. Bu kamusallık ortak çıkarlar, tabi olunan ortak bir hukuk sistemi, özel mülkiyetin yanı sıra kamusal mülkiyetin varlığı gibi özelliklerde kendini gösterir. Bu nedenle res publica terimi, kendisini oluşturan unsurların dışında kendine has varlığı ve çıkarlarıyla devletin bağımsız, soyut bir güç olarak kavranmasına giden yolda önemli bir dönüm noktasıdır.

S

Roma Krallığı'nın başlangıçta soy unsuruna dayanan örgütlenme yapısı zamanla nasıl bir örgütlenmeye dönüşmüştür?

Roma'da başlangıçta tümüyle soy temelli bir örgütlenme varken bu zamanla yerini ikamet ve özel mülkiyet temelli bir örgütlenmeye bırakır. Buna göre, tüm yurttaşlar patrici (yani soylu) ya da pleb (yani herhangi bir soyla ilişkisi olmayan­lar) oluşları bir yana, servetlerine göre tasnif edilir ve su yeni tasnif, çoluk çocuklarından (proles) başka serveti olmayanlar, yalnızca 'çocuk üretebilenler', 'çocuk emzirmekten başka mahareti olmayanlar' anlamında kullanılan proletarii, yani toplumun en yoksulları olan yeni bir kesimi ortaya çıkarır. Yeni örgütlenme servet ölçüsünü kullansa da aslında soyluluk servetle birlik­te baskın niteliğini de sürdürmektedir. Öyle ki krallığın yıkılarak cumhuriyetin kurulmasıyla yeni yönetim halka aitmiş gibi görünse bile baskın olan şey, yeni rejimin karakterinin de soyluluk tarafından biçimlendirilmiş oluşuydu. Soyluların hakimiyetindeki cumhuriyet düzeninde pleb’ler, patrici’lerin siya­sal haklarını meşrulaştırmaktan başka işe yaramıyorlardı. Bu da pleb’lerin siyasal haklarını genişletmek için sürekli olarak mücadele etmesine yol açmış görünü­yor. Pleb’ler iki yüz yıla yayılan bir mücadele süreci içinde büyük haklar elde etmeyi başardılar; borç köleliğine son verilmesi, kendilerine özgü bir meclis ile yöneticiler kurulunun oluşturulması, patrici’lerle evlenme yasağının kaldırılması ve yüksek devlet görevlerinin pleb’lere açılması bunlardan bazılarıdır. Özellikle evlenme yasağının ortadan kalkması ve zenginleşmiş pleb’ler ile patricimensuplarının birleşmesiyle, optimates denilen yepyeni bir sınıf ortaya çıkmıştır. Böylece Roma dünyasının iki büyük hakim sınıfı gelişimini tamam­lamış oldu. Bunların karşısında ise giderek yoksullaşan ve siyasal sistemden de dışlanan artık yoksulları nitelemek için kullanılacak bir terime dönüşen popularesile ifade edilen halk vardır. 

S

Yunanlı düşünür Polybios, Roma siyasal rejimi için nasıl bir yönetim biçimi öngörmüştür?

Polybios’a göre devlet tümüyle doğal olarak ortaya çıkmaktadır; bunun nedeni de güce dayanmasıdır. Bu yüzden ilk yönetimi biçimi de güce dayanan tiranlık ya da despotluk olmaktadır. Ancak aklın ve mantığın hâkimiyetiyle despotluk ye­rini monarşiye bırakır. Ancak monarşi kısa zamanda gücün mutlak sa­nılmasıyla yeniden despotluğa dönüşmektedir. Bu da soyluların ayaklanıp rejimi yıkmalarına neden olmaktadır. Diğer yandan aristokrasi de kendisini zenginlik hırsına kaptırınca rejimin niteliği oligarşiye dönüşmektedir. Oligarşi ise buna tepki duyan kitleler tarafından yıkılarak demokrasi inşa edilmektedir. Görüldüğü gibi, her yönetim biçimi kendi içindeki olumsuz öğelerin baskın çıkmasıyla bozulmaktadır. Krallık içinde mutlakiyeti, aristokrasi oligarşiyi, demokrasi ise yasa tanımayan bir şiddeti barındırmaktadır. O halde, bu üç yönetim biçiminin iyi yönleri alınarak karma bir anayasa yapılmalıdır. İşte Polybios, Roma siyasal rejimini bunun bir örneği olarak görmektedir. Konsüllerin yönetimi monarşiyi, senatonun rolü aris­ tokrasiyi ve halkın elindeki iktidar yetkileri de demokrasiyi işaret etmektedir.

S
Roma tarihinde ülkeyi siyasi olarak istikrarsızlaştıran temel unsurlar neler olmuştur?

Roma’yı sürekli istikrarsızlaştıran sorunların başında giderek keskinleşen sınıf mücadeleleri ve bizatihi yönetici sınıf­ların dinmek bilmez zenginleşme ve iktidar arzuları bulunmaktadır. Kamu görevleri ve hizmetleriyle zenginleşen, patrici’lere dahil olmayan, adlarına bu yüzden publicani ya da atlılar denilen yeni kesimler gözlerini zamanla siyasal güce dikmişlerdir. Diğer yandan populares ile optimates sınıfları arasın­daki çatışmanın sertleşmesi, beraberinde siyasal kurumların da yıpranmasını getirmektedir. İkincil olarak İÖ 107’de mülkiyet sahipliği ile askerlik hizmeti arasındaki bağı kesmesiyle ordu sistemi proletaryaya açılmış ve Roma askeri sistemi değişikliğe uğramıştır. Artık proletarya para karşılığı askerlik yapabilecektir. Bu­nun anlamı, Roma ordusunun artık yurttaşlar ordusu değil, profesyonel bir yapılanma olduğudur. Bu değişiklik siyasal olarak önemlidir, çünkü böylece alt sınıf­lar sisteme dahil edilerek düzen için bir tehlike olmaktan çıkarıldıkları gibi, aynı zamanda giderek genişleyen Roma İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu as­ker ihtiyacı da karşılanmaktadır. Ancak ordu bir kez profesyonelleşince yalnızca proletaryaya değil, ihtiyaç arttıkça İÖ 90’da İtalyan halklarının en alt sınıf­larına ve nihayet yurttaş olmayan herkese (barbarlara da) açılacaktır. Bu ise Roma or­dusunun temel düsturu olan Roma’ya bağlılık ilkesini ortadan kaldıracak ve ordu sistemi içinde kişisel bağlılık ilişkilerinin yeşermesine zemin hazırlayacaktır. Son olarak, bu dönemde Roma’nın karşı karşıya kaldığı sorunlardan biri de bağlaşık halklar sorunudur. Özellikle savaşlarda kritik bir önem taşıyan bağlaşık halklar, üstlendikleri sorumluluk ölçeğinde savaşlardan yararlanamadıkları için huzursuzlanmaya ve sorunlarının çözümü için de yurttaşlık talebini yükseltmeye başlamışlardır. Yurttaşlığın yaygınlaştırılmasını gerektiren bu talep ise Romalıla­rın büyük bir direnişiyle karşılaşır. Tıpkı toprak reformu girişiminde olduğu gibi İÖ 91’de tribün M. Livius Drusus’un yurttaşlığın kapsamını genişletmesi, öldürül­mesiyle sonuçlanır. Bunun üzerine bağlaşıklar büyük bir ayaklanmaya girişirler ve ayaklanma İÖ 90’da Roma’ya sadık kalan ve silahlarını bırakan bütün bağlaşıklara tam yurttaşlık hakkının tanınmasıyla bastırılır.

S

Cicero doğal hukuk anlayışı üzerinden Roma'da nasıl bir yönetim biçimini savunmuştur?

Doğal hukuk anlayışına göre devleti temellendiren şey doğal yasa olduğundan yöneticiler toplumu keyif­lerine göre değil, doğal yasaya ya da adalete uygun olarak yönetmek zorundadır­lar. Yani doğal yasaya uymuyorsa pozitif yasaların değeri yoktur. Örneğin tiranların yasaları ne kadar uygulanmış olursa olsun, doğal hukukla bağdaşmadığı için yasa sayılamaz. Cicero için aristokratik cumhuriyetin yasaları doğal yasaya uygundur ve bunların değiştirilmemesi gerekir. Bu yapılmaya kalkılırsa ve Cicero’nun Sezar’ın ölümünü onayladığı düşünülürse demek ki yönetilenlerin buna direnme hakkı vardır. Cicero’nun doğal hukuk anlayışı, bir yandan devletin varlığını meşrulaştırırken, bir yandan da Roma’nın yayılmacı bir devlet olarak varlığı meşrulaştırılmakta, Roma evrenselleştirilmekte, böylece Roma emperyalist ideolojisi doğrulanmış olmaktadır. Doğal yasa bütün insanları kapsadığına, bütün insanlar aynı aklı paylaştığına göre, bütün insanlara uygun tek bir devlet olmalıdır. Bu, kozmopolis anlayışıdır. Elbette Cicero için kozmopolis ya da evrensel devlet adını almayı hak eden tek devletin Roma'dır.

S

"Pax Romana" Roma'daki hangi dönemi işaret etmektedir?

Augustus İÖ 27’den itibaren Roma’yı bir imparatorluğa dönüştürmüştür ve Augustus kendisini, cumhuriyetin krizini sona erdiren adam olarak görmektedir. Bu nedenle de kendisinin birinci yurttaş anlamında princeps olarak adlandırılma­sını istemiştir. Bu yüzden imparatorluğun bu ilk dönemleri principatus (birinci yurttaşın yönetimi) olarak anılır. Diğer yandan çok geçmeden imparatorlar artık gereksiz hale gelen cumhuriyetçilik­ten tümüyle vazgeçer ve principatus’un yerini dominatus, yani 'yurttaşların değil, uyrukların üstünde hüküm süren efendinin yönetimi' alır. Augustus’un en büyük başarılarından biri orduyu tümüyle kontrolü altına alması ve askeri bir hazinenin oluşturulmasıyla ordunun doğrudan kendisine bağlanıp sık sık siyasal alana müda­hale etmesinin önüne geçilmesidir. Böylece Roma topraklarında iki yüz yıl sürecek bir barış ve istikrar dönemi başlar. Bu döneme Roma Barışı (Pax Romana) denir.

S

"Res Romana" kavramı neyi ifade eder?

Nasıl ki res publica terimi kamuya ait, ona ilişkin olan şeyi işaret ediyor ve bu haliyle devletin kamusal vasfını ifade ediyorsa res romana terimi de Roma’ya ait olan şeyi, Romalılığı öne çıkartmaktadır. Terim, imparatorluk döneminde yayılma alanı bulmuştur ve bu dönemde devlet artık kamusal vasfından daha çok, adeta imparatorların büyük gücüyle özdeş hale gelmiştir. Bu nedenle yönetilenlerin çevresinde toplanacağı ve kolayca çekip çevrilebileceği yeni bir birlik eksenine gereksinim duyulmuş ve bunun sonucunda da eski Romalılık duygusu diriltilmeye çalışılmıştır.

S

İnsanların devlet öncesi yaşadıkları kabul edilen, özel mülkiyetin, köleliğin, eşitsizliğin olmadığı doğal-toplumsal durumu ifade eden kavram hangisidir?

Altın çağ mitosu, insanların devlet öncesi yaşadıkları kabul edilen, özel mülkiyetin, köleliğin, eşitsizliğin olmadığı doğal-toplumsal durumdur. Buna göre, bu doğal toplumsal durumdan çıkılması çoğu kötülüğün ana nedenidir. Bu mitosu siyasal düşünce içinde en iyi ifade eden isim Jean-Jacques Rousseau’dur.

S

Hristiyanlığın evrensel bir din haline gelmesinde Roma Kilisesi'nin nasıl bir etkisi olmuştur?

Hristiyanlığın evrensel bir din haline gelmesinde ve yayılmasında kuşkusuz en önemli etken Roma İmparatorluğu’nun varlığıdır. Bu din başlangıçta yeni bir Ya­hudilik biçimi olarak sahneye çıkmış fakat Yahudilerin bu dinsel anlayışa karşı şiddetle karşı çıkmaları üze­rine, yeni inanç kendisini Yahudilikten ayırarak farklı kaynaklardan beslenmiştir. İlk aşamada 313’te Milano Fermanı’nı yayınlayan Constantinus Hristiyanlığı öz­gürleştirir. Byzantium bir kiliseler kenti olarak yeniden inşa edilir. İkinci aşmada ise Roma Kilisesi’nin (Vatikan) açık üstünlüğüne dayalı hiyerarşik örgütlenme gerçekleştirilir ve Papalık kurumsal olarak belirir. Başlangıçta hiyerarşik bir düzen içinde de olsa sınırlı yetkiye sahip piskoposlar cemaat tarafından atanırdı; fakat bu atama giderek cemaatin elinden alınıp cemaat içindeki dinsel sorunları çözmeye yetkili tek bir rahibin eline verildi. Roma Kili­sesi işte bu süreç içinde, kendi hiyerarşik üstünlüğünü dinsel olarak da temellen­dirme becerisiyle öne çıkar ve kiliseler arasında merkezi bir kurum haline gelmiştir. 

S

Kitab-ı Mukaddes hangi kitaplardan oluşmaktadır?

Yaygınlıkla Tevrat diye bilinen dini kitap Eski Ahit’tir. Eski ve Yeni Ahit, yani Tevrat ve İncil birlikte Kitab-ı Mukaddes’i oluştururlar. İncil sözcük olarak müjde anlamına gelir. Kutsal kitap olarak ise Yunanca evangelion, "iyi haber, müjde" anlamına gelen metinler bütününü ifade eder. İncil’in iki bölümü, İsa’nın havarileri olan Matta ve Yuhanna tarafından, Luka ve Markos ismini taşıyan bölüm­ler ise havarilerin yakınları tarafından kaleme alınmıştır.

S

Hristiyanlık dininde ilk günah kavramı neyi ifade eder?

İlk günah, Eski Ahit kaynaklı Adem ve Havva hikayesiyle ilgilidir. Önce Adem ve ondan Havva yaratıldıktan sonra Tanrı, onlara cennetteki her şeyi serbest bırakır, bir ağacın meyvesi hariç. Fakat Havva şeytanın aldatmasıyla bu yasak meyveyi kendisi yediği gibi, Adem’e de yedirir. İşte bu ilk günahtır. Hikayeye göre, insan iradesi gereği günaha batmıştır, bu yüzden kendi iradesiyle kurtuluşu mümkün değildir. Buna "düşüş" adı da verilir.

S

Patristik düşünce nedir?

Patristik düşünce, Pavlus’un ardından, Hristiyan öğretisini Antik felsefenin kavramlarıyla biçimlendirerek sistemli bir dünya görüşü ortaya koymak amacıyla kilisenin o dönemdeki ileri gelenlerinin, daha sonra Roma Kilisesi tarafından aziz sayılmış olanların düşünsel girişimlerinin tümüne verilen addır.

S

Bir uygulama gücü olarak iktidarı işaret eden ve doğrudan iktidarın uygulama gücünü, eylemliliğini ve bu gücün kullanılış biçimini kapsayan kavram hangisidir?

Potestas, bir uygulama gücü olarak iktidarı işaret eder. İktidarın eylemleri açısından bağlayıcı kurallar koyan, nihai, meşrulaştırıcı, üstün iktidarı ifade eden auctoritas’tan farklı olarak doğrudan iktidarın uygulama gücünü, eylemliliğini, bu gücün kullanılış biçimini kapsar. Bu bakımdan iktidar, "potestas" olarak bölünebilir, farklı ellerde kendisini gösterebilir; örneğin günümüzde yürütme ve yargı potestas’ı açıkça ayrı ellerde somutlaştıran kurumlardır. Oysa iktidarın ilkesi yürütme ve yargının eylemlerini mümkün kılan ulusal egemenliktir; yani auctoritas’ın sahibi ulustur ve bu kesinlikle bölünemez, parçalanamaz, dağıtılamaz.

S

Batı Roma’nın yıkılışıyla, Yeni Avrupa'yı şekillendirecek hangi iki önemli aktör tarih sahnesinde karşı karşıya kalmıştır?

Batı Roma’nın yıkılışıyla "Yeni Avrupa"yı şekillendirecek iki önemli aktör tarih sahnesinde karşı karşıya kalmıştır: Roma İmparatorluğu’nun yıkılışında önemli bir rol üstlenen Cermen krallıkları ve Roma’nın yıkıntıları arasından merkezi bir güç olarak tek başına öne çıkan Roma Kilisesi.

S

Feodal üretim tarzının temelini hangi örgütlenme modeli oluşturmaktadır?

Feodal döneme rengini kazandıran feodal üretim tarzının temelini manoryal ör­gütlenme adı verilen, özel bir tür köy örgütlenmesi oluşturur. Bu özel örgütlenme­nin en tepesinde manor lordu ya da senyör denilen feodal bir bey yer alır. Toprağı terk etmesi hukuken kesinlikle yasak olan köylüler ya da serflerin, gerek kendile­rine tahsis edilmiş olan küçük ölçekli topraklarından elde ettikleri ürünün büyük bir bölümü ve gerekse manor topraklarının belirli bir kısmındaki (demesne, efen­di toprağı) karşılıksız emeklerinin (angarya) ürünleri hep bu beye gider. Manor örgütlenmesi Roma İmparatorluğu’nun pazara dayalı, geniş ölçekli köle emeğiyle üretim yapan, büyük çiftlikleri olan latifundium’un dönüşümüyle ortaya çıkmıştır ve ondan farklı olarak pazara dönük üretim yapmaktan çok, kendine yeterli, ka­palı bir ekonomi oluşturur. 

S

Feodal dönemde, özellikle X. yüzyılda, Batı Avrupa'nın en önemli kurumu hangisi olmuştur?

Feodal dönemde, özellikle X. yüzyılda Kilise, Batı Avrupa’nın en önemli kuru­muydu. Çünkü Kilise, aynı zamanda en büyük toprak sahibiydi. Bu büyük ekono­mik gücüne karşın, Kilise’nin Orta Çağda baskın siyasal güç haline gelmesi daha geç bir dönemde gerçekleşecektir. Çünkü Kilise’nin kurumsal varlığına karşın, feodal ilişki sistemi içinde, feodal aristokrasi dinsel alanda belli bir rol üstleniyor; örneğin kilise kurup başına rahip atayabiliyor ve dahası aynı sistem içinde kilise­leri vergilendirebiliyordu. Ancak Kilise’nin dünyevi iktidar üzerindeki üstünlük iddiası asıl, 1073’te Papa VII. Gregorius ile somutlaşmaya başlamıştır. Papa VII. Gregorius’un attığı en önemli adım, öncelikle Kilise’yi fief sözleşme sisteminin olabildiğince dışına çıkarmak olmuştur. Papa, bulundukları dinsel ma­ kamları belirli karşılıklar sayesinde edinmiş olan din adamlarını, mülklerini fief iliş­kisine bağlı olarak senyörlerden almış olan piskoposları ve manastır başkanlarını aforoz ederek doğrudan din dışına atar. Ayrıca ruhbanın dünyevi ilişkilerini kontrol etmek için din adamlarının evlenmelerini yasaklar. Aynı şekilde rahiplere piskopos­luk vererek kendilerine bağlayan senyörler de Kilise dışına itilir. Böylece VII. Grego­rius öncelikle piskopos tayinlerinin tümüyle Roma’nın tekelinde kalmasını amaçlar.

S

İki kılıç kuramı neyi ifade eder?

Kilise dünyevi iktidarla dinsel iktidar arasındaki farklılığı ve ayrışmayı or­tadan kaldırmak için "plenitudo potestatis" savını ileri sürmüştür. Bu sav, dinsel iktidarın, dünyevi iktidardan üstün olduğu kabulünden hareketle dinsel iktidarın sahibi olarak Kilise’nin de dünyevi iktidar sahiplerinden üstün olduğu, bu nedenle dünyevi iktidarın da Kilise’ye ait olması gerektiğini iddia eder. Bu bakımdan Kilise, artıkauctoritas’la yetinmemekte, potestas’ı (kral iktidarı) da istemektedir. Plenitudo potestatis savının somut içeriği ise kendini "iki kılıç kuramı"nda gösterir. İki kılıç kuramı, her iki iktidarı birbirinden farklı ve ayrı alanlara yerleştirerek Kili­se’nin İmparatorluk karşısında özerkliğini amaçlamış olan Gelasius öğretisinden farklıdır. Bu kuram, Kilise’ye hem dünyevi işleri idare etme, düzeni ve adaleti sağ­lama, hem de dinsel alanı çekip çevirme hakkını ileri sürme imkanı verir. Kilise, bir yandan maddi ya da dünyevi kılıcın kralların ya da imparatorların elinde olduğunu söylüyor ama öbür yandan bu kılıcın ancak Kilise’nin buyruklarına tabi olarak kullanılması gerektiğini ileri sürüyordu. Böylece, krallar ya da imparatorlar adeta Kilise’nin hizmetkarı ya da feodal döneme uygun bir ifadeyle vasalı haline getirilmiş oluyordu. Bu kurama göre Kilise, yine iki ayrı iktidar­dan, iki ayrı kılıçtan söz etmekte ve bunu da İncil’le temellendirmektedir fakat iki kılıç da (biri kral tarafından kullanılıyor olsa da) Kilise’ye aittir ve Kilise’ye tabi olmalıdır. 

S

Salisburyli John'un ileri sürdüğü tiranlık türleri nelerdir?

Salisburyli John (1115­-1180)’un siyasal görüşlerinin tümünü kapsayan Policra­ticus (Devlet Adamının Kitabı), Augustinus’un Tanrı Devleti’nden sonra, Orta Çağda üretilmiş ilk kapsamlı siyasal inceleme metnidir. Salisburyli John’a göre dünyevi ve ruhani iktidarın kaynağı Tanrı’dır ve Tanrı her iki kılıcı da Kilise’ye vermiştir. Kilise ise dünyevi kılıcı, kendisi kan dökücü olmadığından, prenslerin kullanımına devret­miştir. Bu bağlamda, Salisburyli’nin dile getirdiği şey dünyevi iktidar karşısında Kilise’nin üstünlüğünden, yani geleneksel plenitudo po­testatis savından başka bir şey değildir. John’a göre üç tür tiran olabilir. Bunlardan ilki ailede ve iş yerinde tiranlaşan­lardır. Bu "küçük tiranlar" kolaylıkla dünyevi yasalarla denetlenip sınırlandırıla­ bilirler. İkincisi Kilise mensuplarının tiranlaşmasıdır. Tiranlaşan Kilise mensubu olduğuna göre, ona dünyevi yasalar uygulanamaz. Üçüncü tiran türü ise prensler ya da krallardır. Tiranlaşmış bir prense karşı, Salisburyli John’a göre, adeta her şey mubahtır. Örneğin onlara dalkavukluk etmek, kandırmak vb. yöntemlerle müdahale etmek yasalara uygun sayılmaktadır. Ancak tiranlaşan prens artık mevcut araçlarla düzeltilemiyorsa yapılacak tek bir şeref­li şey kalmıştır; onu kılıçtan ge­çirmek. Böylece, tiranın öldürülmesi yoluyla halkı Tanrı buyruklarına uymaktan alıkoyan bir engel ortadan kaldırılmış ve Tanrı’ya hizmet edebilmesi için halk öz­ gürleştirilmiş olacaktır.

S

Tarihte kralın soylular ve kilise üzerindeki yetkileri kısıtlayan ilk belge olma özelliğe sahip metin hangisidir?

Magna Carta, İngiltere kralı Yurtsuz John ve soylular arasında imzalanan, İngilizce karşılığıyla Great Charter (Büyük Berat) belgesidir. Bu belgeyle kralın soylular ve Kilise üzerindeki yetkileri kısıtlanmıştır. Beratın en önemli özelliği artık kral iradesinin tek başına belirleyici olmaktan çıkmasıdır. Ayrıca bu berat, krallık iradesinin üstünde, toplumsal olarak desteklenen soyut bir hukuka atıf yapan ilk belgelerdendir.