OSMANLI'DA DÜŞÜNCE HAYATI VE FELSEFE
İslam dünyasında düşünce hareketi hangi üç alana ayrılır?
İslam dünyasında düşünce hareketi kelâm, tasavvuf ve felsefe olmak üzere üç ayrı alan ve akım halinde ortaya çıkıp gelişmiştir. Bunlardan ilk ikisi İslam toplumunun kendi iç şartlarından kaynaklanıp ele aldığı sorunlar da bu çerçevede şekillenirken, üçüncüsü Antik ve Helenistik düşünce geleneğine ait eserlerin tercüme edilmesiyle İslam toplumunun gündemine girmiştir. Her biri kendi amacı, yöntemi ve ilgi alanına giren sorunlar doğrultusunda çeşitli fraksiyonlarını da üreterek bir rekabet ortamında gelişimini sürdüren kelâm, tasavvuf ve felsefe arasındaki ilişkiler, Gazzâlî ile birlikte farklı bir yapıya doğru evirilmeye başlamıştır
Gazzâlî kelâm, tasavvuf ve felsefe arasında nasıl bir ilişki kurmuştur?
Gazzâlî kelâm, tasavvuf ve felsefe arasında adeta yetki ve alan paylaşımına dayalı bir işbirliğinin yolunu açmış oldu. Buna göre yöntemi yetersiz olan kelâm ve diğer dinî ilimler mantık zemininde felsefe ile buluşmalı, metafizik ve değerler alanında iş görme yeterliği olmayan felsefe ise bu konuda vahiy kaynaklı din ve keşfe dayalı tasavvufa başvurmalıydı.
Medreselerde okutulan temel metinlere ve konu başlıkları nelerdir?
Medreselerde okutulan temel metinlere ve konu başlıklarına göz atmak Osmanlı düşünce hayatının bir diğer unsur ve rengini teşkil eden Fahreddin Râzî
çizgisindeki kelâmın konumu hakkında bir fikir verecektir. Osmanlı medreseleri ve müfredatı üzerine yapılan araştırmalara bakıldığında Akâidü’n-Nesefî,
el-Akâidü’l-Adûdiyye, el-Mevâkıf fi’l-kelâm, el-Makâsıd, Hidâyetu’l-hikme ve
Hikmetü’l-ayn adlı eserler ile bunların bazı şerh ve haşiyelerinin akaid, kelâm ve
hikmet adı altında verilen derslerin vazgeçilmez metinleri olduğu görülmektedir. Bu bir bakıma söz konusu dönemin din, ilim, fikir ve kültür hayatına yön
veren zihniyetin bu eserlerin ürünü olduğu anlamına da gelmektedir. Şu halde
Osmanlı’da düşünce hayatı ele alınırken anılan eserlerin şekil, yöntem, üslûp ve
muhteva itibariyle ayrıntılı olarak incelenip karşılaştırılmaları önemli bir adım
olacaktır. Ne var ki burada söz konusu eserlerin içeriği hakkında kısa bilgiler verildikten sonra genel bir değerlendirme yapmakla yetinilecektir.
Hidâyetü’l-hikme Osmanlı dönemi felsefesinde nasıl bir işlev görmüştür?
Aralarında Seyyid Şerif Cürcânî ve Sadreddin Şîrâzî
tarafından kaleme alınanların da bulunduğu dokuz ayrı şerhi
yazılan Hidâyetü’l-hikme, felsefenin kelâm ve tasavvufla
iç içe işlendiği dönemde salt felsefe/hikmet çizgisinin
devamını sağlama işlevini de görmüştür. Ebherî’nin bir
ders kitabı olarak kaleme aldığı anlaşılan bu eserin
mantığa ayrılan birinci kısmında delâlet/gösterge,
tanım ve tanıtım, önerme, çelişik önermeler, önermenin
döndürülmesi, kıyas, kıyas şekillerinin bazı özellikleri,
hulfî kıyas, örtük kıyas, kıyasta yanlışlar şeklinde klasik
mantığın temel konuları Îsâgûcî’de olduğu gibi son
derece özlü bir şekilde dile getirilmiştir.
Hidâyetü’l-hikme kaç bölümden oluşur?
Fahreddin Râzî’nin önde gelen öğrencilerinden olup felsefe, matematik ve astronomi başta olmak üzere birçok alanda eser veren Esîrüddin Ebherî tarafından kaleme alınan Hidâyetü’l-hikme esas itibariyle mantık, fizik ve metafizik olmak üzere
üç kısımdan oluşmaktadır. Ne var ki o konudaki ihtiyacın Îsâgûcî ile giderilmiş
olması dolayısıyla mantık bölümü ihmal edilerek daha çok ikinci ve üçüncü bölümünden istifade edilmiştir.
Taşköprülü-zâde’nin ilim ve felsefeye bakışı nasıldır?
Taşköprülü-zâde’nin ilim ve felsefeye bakışına gelince; hemen belirtilmelidir ki müellifin eserine koyduğu Miftâhu’s-sa’âde ve misbâhu’s-siyâde fî mevzû’âti’lulûm yani “İlimlerin Konuları Bağlamında Mutluluğun Anahtarı ve Yücelmenin Işık Kaynağı” şeklindeki isim dahi, başlı başına onun “ilim”den ne anladığı veya ne beklediği sorusuna cevap teşkil edecek niteliktedir. Eserin dibacesindeki ifadelerinden anlaşıldığına göre müellifin “mutluluk” ve “yücelme” derken öncelikle kastettiği, manevî-uhrevî mutluluk ve yücelmedir. Diğer taraftan “ebedî mutluluk” ve “sonsuz yücelme”nin ancak “ilim-amel bütünlüğü” ile gerçekleşeceğini, zira bu ikisinin birbirinin “güvence” ve “meyve”si olduğunu belirten Taşköprülüzâde, “amelsiz ilmin yük ve sorumluluk, ilimsiz amelin ise yanılgı ve sapkınlık”tan öte bir anlam taşımadığı kanaatindedir. O, ilim ile amel arasındaki bu mülâzemet/ birbirini gerektirme ilişkisinden hareketle mutluluk, yücelme ve yetkinliğe ulaşmanın iki yöntemi olduğu sonucuna ulaşır: Bunlardan biri “istidlâl/ispat” yahut “nazar/akıl yürütme”, diğeri “müşâhede/keşf ” yahut “tasfiye/ahlaki arınma”dır.
Düşünürümüzün yedi grup olarak tasnif ettiği ilimleri, ayrıca bir de “taraf” adı altında iki ana bölüm halinde değerlendirmiş olması işte bu anlayıştan ileri gelmektedir. Bu yaklaşım, ilk bakışta her ne kadar bir bölümleme ve ayırma gibi gözükse de aslında bu iki “taraf ”ın bir tek şeyin iki yanı ve yüzünden ibaret bulunduğu anlayışının bir tezahürü, yahut bunu göstermeye matuf bir girişim olarak değerlendirilebilir. Nitekim müellif yetkinlik, mutluluk ve yüceliğe ancak bu iki
yolu ve yöntemi birleştirmek suretiyle ulaşabileceğini belirtmiştir ki bu da dile getirilen yorumu destekleyen bir husustur.
Necmeddin KAtibi'nin hikmet-ül Ayn adlı kitabının dönemindeki yeri nedir?
Osmanlı eğitim ve düşünce hayatı bakımından önemli bir diğer metin de Ebherî’nin öğrencisi Necmeddin Kâtibî’nin Hikmetü’l-ayn adlı kitabıdır. Hocası Ebherî’nin Hidâyetü’l-hikme ve Îsâgûcî’si gibi bu eseri yanında er-Risâletü’ş-şemsiye adlı mantık kitabı da en çok okutulan metinlerden biri olmuştur. Kâtibî’nin hocası Ebherî ile paralel düşen bir özelliği olarak onun da felsefeni kelâm ve tasavvufla iç içe ele alındığı hatta bu akımların gölgesinde kaldığı bir süreçte felsefenin ayrı bir yapı olduğu gerçeğini ısrarla gündemde tutma misyonunu yerine getirmiş olmasıdır. Bu durumu anlamak için Hikmetü’l-ayn’ın konu başlıklarına bakmak
yeterli olacaktır. Metafizik ve fizik olmak üzere iki ana kısım olarak planlanan eserin birinci kısmında genel meseleler üst başlığı altında varlık-yokluk, mahiyet, birlik-çokluk, zorunluluk imkân, sonradanlık-öncesizlik kavramları ele alındıktan sonra bağımsız alt bölümler halinde sebep-sebepli, cevher-araz, ilahiyat, akıl, peygamberlik, ölüm ötesi hayat incelenmiştir. Beş alt bölüm içeren ikinci kısımda
ise fizik felsefesi, gökyüzü ve dünya, mineroloji ve meteoroloji, botanik ve biyoloji konuları irdelenmiştir. Katibî bu meseleleri irdelerken İbn Sînâ, Fahreddin Râzî ve Ebherî’nin eserlerine göndermeler yaptığı gibi anılan düşünürleri eleştirmekten ve aralarında tercihler yapmaktan, ayrıca konuya ilişkin kendi görüşünü belirtmekten de geri durmamıştır.
Taşköprülü*zade ilimleri hangi ana gruplarda ele alır?
İlimlerin, çok çeşitli disiplinleri ve alt dalları bulunmakla beraber dört ana grupta toplanabileceğini belirten Taşköprülü-zâde, bunu, İbn Sînâ’yı izleyerek varlığın
dış dünyada, zihinde, sözde ve yazıda olmak üzere dört mertebesinin bulunuşuna dayandırmaktadır. Şu var ki gerçek anlamda varlık dış dünyadaki varlık olup, diğerleri ancak mecazî anlamda varlık durumundadır. Buna göre sadece dış dünyadaki varlığı inceleyen ilimler “hakîki ilimler”dir; zira inceleme alanı olan dış dünyadaki
varlığın hakikati değişmediği için bu varlığı konu alan ilimler de zaman, din ve dini
geleneklerin değişmesiyle değişmezler. Buna karşılık “zihinde varlık”, “sözde varlık”
ve “yazıda varlık” mertebelerini konu alan “mantık ilimleri”, “dil ilimleri” ve “yazı
ilimleri” yalnızca hakîki ilimler için birer vasıta durumundaki “âlet ilimleri”dir.
Taşköprülü-zâde, âlet ilimlerinin yalnızca “nazar/istidlâl” yoluyla öğrenilebildiği
halde gerçek ilimlerin hem “nazar” hem de “tasfiye” yoluyla tahsil edilebileceği kanaatindedir. Bu itibarladır ki dış dünyadaki varlıklar eğer insanın gücü ölçüsünde
ve aklın gerekleri doğrultusunda araştırılıp incelenirse ortaya çıkan ilimler “hikemî/
felsefî ilimler”; şayet İslam’ın ilkeleri uyarınca incelenirse “dinî ilimler” olarak adlandırılır
Fahreddin RAzi'nin düşünce dünyasına ilişkn temel amaçları nelerdir?
Aslında bir Eş’arî kelâmcısı olan Fahreddin Râzî (ö.1209), temel amaçlarından biri İslam inanç ilkelerine aykırı görülen telakkilere ve bu arada felsefeye daima olumsuz yaklaşıp reddeden geleneksel kelâmcı tavrın dışına çıkar. Önceki
kelâmcıların yaptığı gibi felsefeyi sadece eleştirip reddetmek yerine, ortak problemlere ilişkin olarak çeşitli kelâm ve felsefe okullarınca ortaya konulan çözümler
karşısında seçici/eklektik bir yaklaşımla tercihler yapacağını ve bu arada kendi
görüşlerini ortaya koymaktan da geri durmayacağını açıkça ifade eder.
Râzî ilki üç mukaddimeden oluşan dört ana bölüm halinde planladığı elMuhassal’de neyi amaçlamıştır?
Râzî ilki üç mukaddimeden oluşan dört ana bölüm halinde planladığı elMuhassal’de ise filozof tavrıyla kelâmın meselelerini ele almayı denemiştir. Birinci
bölümde önceki kelamcıların eserlerinde birinci problem olarak en başta ele aldıkları bilginin imkânı, edinme yolları ve değeri meselesini Râzî, bir bakıma filozofların epistemolojisi konumundaki mantık disiplini çerçevesinde ele alır. Buna göre
birinci mukaddimede kavramlar/tasavvurât ve önermeler/tasdîkât, ikinci mukaddimede akıl yürütme/nazar, üçüncüsünde de kanıt/delil ve çeşitleri irdelenmiştir.
İkinci bölümde “bilinenler/ma’lûmat” ana başlığı altında kelâmcıların ortaya koyduğu varolan-yokolan/mevcûd-ma’dûm ve öncesiz-sonradan/kadîm-hadis kavram
çiftleri ile filozofların kullandığı zorunlu-zorunsuz/vâcib-mümkin, birlik-çokluk,
sebep-sebepli ve cevher-araz kavramlarından hareketle varlık sorunu ve var olanlar incelenir. Üçüncü bölüm kelâmın klasik konuları olan Tanrı’nın varlığı, birliği, sıfatları ve fiilleri ile bazı metafizik kavramlara ayrılmışken; dördüncü bölümde
hem kelâmcıların hem de filozofların peygamberlik, vahiy, mucize, ölüm ötesi hayat ve hilâfet meselesine ilişkin görüşleri tartışılmıştır. Râzî’nin özellikle kelâm ile
felsefe arasında gerçekleştirdiği bu harmanlama ameliyesini kendisinden sonraki
kelâmcıların daha ileri düzeylerde sürdürdükleri görülmektedir (Câbirî, 1999: 627).
Mâturidiyye okuluna mensup bir kelâmcı olan Ebû Hafs Necmeddin Ömer b. Muhammed Nesefî’nin kaleme aldığı Akâidü’n-Nesefî nasıl bir eserdir?
herhangi bir açıklama ve temellendirme yapılmaksızın İslam inanç ilkelerinin son derece özlü ifadelerle ortaya konulduğu didaktik bir risaledir. Üzerine yazılan şerh ve haşiyelerin
çokluğu bu kısa metnin İslam ilim ve kültür çevrelerinde gördüğü büyük ilginin işaretidir. Taftazânî, bu metne yazdığı şerhte, Nesefî’nin görüşü doğrultusunda aklın
gücü ve yetkisine vurgu yapmakla birlikte yer yer onu eleştirmekten de geri durmaz. Önemli boyutlara varmamakla birlikte felsefi izah ve tartışmalar da içeren bu şerh, Osmanlı medreselerinin yanı sıra İslam coğrafyasının birçok bölgesinde asırlarca temel kitap olarak okutulmuş, bazı yerlerde hâlâ okutulmaktadır
Osmanlı’da düşünce hayatı ve felsefenin konumu hakkında fikir verecek olan
bir husus da bu dönemde ortaya konulan ilimler tasnifi nasıldır?
Osmanlı’da düşünce hayatı ve felsefenin konumu hakkında fikir verecek olan bir husus da bu dönemde ortaya konulan ilimler tasnifi olabilir. Bu bağlamda dikkate değer ve temsil kabiliyeti hayli yüksek isimlerin başında Taşköprülü-zâde’nin
Miftâhu’s-sa’âde/Mevzû’âtü’l-ulûm adlı eseri gelmektedir.
Taşköprülü-zade ilimleri hangi gruplarda ele almıştır?
İlimlerin, çok çeşitli disiplinleri ve alt dalları bulunmakla beraber dört ana grupta toplanabileceğini belirten Taşköprülü-zâde, bunu, İbn Sînâ’yı izleyerek varlığın
dış dünyada, zihinde, sözde ve yazıda olmak üzere dört mertebesinin bulunuşuna dayandırmaktadır. Şu var ki gerçek anlamda varlık dış dünyadaki varlık olup, diğerleri ancak mecazî anlamda varlık durumundadır.
tasavvuf ile felsefeyi tam anlamıyla kaynaştırmayı gerçek anlamda başaran Osmanlı dönemi felsefecisi kimdir?
Tasavvuf ile felsefeyi tam anlamıyla kaynaştırmayı gerçek anlamda başaran ise Muhyiddin İbnü’lArabî olmuştur.
Fahreddin RAzi Muhassal adlı yapıtında ne denemiştir?
Râzî ilki üç mukaddimeden oluşan dört ana bölüm halinde planladığı elMuhassal’de ise filozof tavrıyla kelâmın meselelerini ele almayı denemiştir.
Hangi sûfî-filozoflar eliyle tasavvuf felsefi bir yapıya bürünmüştür?
Gazzâlî’nin tasavvufu Sünnî çizgide derinleştirip keşfi de metafizik alana açılan bir kapı olarak ilan etmesinin ardından Şehâbeddin Sühreverdî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve İbn Seb’în gibi sûfî-filozoflar eliyle tasavvuf felsefi bir yapı ve görünüme bürünmüştür.
İbnü’l-Arabî’nin Hermetizm ve Yeni Pisagorculuk’tan gelen sayı ve harf sembolizmine dayalı yorumları hangi felsefeciden esinlenmiştir?
Hermetizm ve Yeni Pisagorculuk’tan gelen sayı
ve harf sembolizmine dair görüşleri de yine İhvân-ı Safâ kaynaklıdır. İbnü’lArabî’nin kurup idealize ettiği vahdet-i vücûd/varlığın birliği nazariyesi ve geriye
bıraktığı yüzlerce eseriyle İslam toplumunun dinî, ahlaki, ilmî, felsefî ve içtimaî
hayatına ışık tutacak fazla bir şey verdiği söylenemezse de İslam milletlerinin
dinî-tasavvufî edebiyat alanında ortaya koyduğu başarılarda İbnü’l-Arabî teosofisinin payı büyüktür
Adudüddin Fahreddin Râzî çizgisini izleyerek kaleme aldığı el-Mevâkıffî ilmi’l-kelâm adlı yapıtının özelliği nedir?
Adudüddin Îcî’nin, Fahreddin Râzî çizgisini izleyerek kaleme aldığı el-Mevâkıf
fî ilmi’l-kelâm, başta Osmanlı medreseleri olmak üzere bütün İslam dünyasında yüzyıllar boyu ders kitabı olarak okutulmuş ve bazı İslam ülkelerinde hâlâ
okutulmaktadır. Dikkatlice bakıldığında Râzî’nin el-Mebâhisü’l-meşrıkiyye ve
el-Muhassal’de yapmaya çalıştığı kelâm ile felsefeyi harmanlama işini Îcî’nin bu
eserinde tamamladığı sonucuna ulaşılabilir.
Miftâhu’s-sa’âde ve misbâhu’s-siyâde’de nasıl bir yapıttır?
Taşköprülü-zâde’nin
Miftâhu’s-sa’âde/Mevzû’âtü’l-ulûm adlı eseri gelmektedir. Biyo-bibliyografik ve ansiklopedik bir eser olan Miftâhu’s-sa’âde ve misbâhu’s-siyâde’de ilim ve düşünce
tarihinin yaşadığı döneme kadar olan devresinde temel disiplinler ve alt dalları
ile sanat, zanaat ve meslek olarak nazarî/teorik ve amelî/pratik düzeyde oluşan
birikimi, 300’ü aşkın bilgi alanı halinde ve her birini “ilim” kabul ederek kapsamlı
bir tasnife tabi tutmuştur. Onun, yaptığı bu “ilimleri sınıflandırma” işini “ilmü
tekâsîmi’l-ulûm/ilimlerin taksimi ilmi” adıyla metafiziğin bir alt dalı ve başlı başına bir disiplin olarak belirlemesi ise dikkate değer bir husustur.
Osmanlı devraldığı ilmî ve fikrî mirası koruma, anlama, tahlil etme konusunda nasıl değerlendirilmelidir?
Osmanlı’nın devraldığı
ilmî ve fikrî mirası koruma, anlama, tahlil etme konusunda son derece başarılı olduğu bir gerçektir. Bununla birlikte sosyal, siyasi ve psikolojik birçok başka nedenlerin yanı sıra izlenen yöntem, uygulanan eğitim sistemi, teosofileşmiş tasavvuf ve felsefeleşmiş kelâmın ortak ürünü olup varlık, hayat ve dünyada cereyan eden gelişmelerden kopuk bir “zihniyet” yüzünden yeni sentezlere ve ufuk açıcı düşüncelere ulaşma konusunda aynı başarıyı gösteremediği söylenebilir. Böyle bir genel yapı içinde sistemleşme ve kurumsallaşma imkânı bulamayan bazı şahsi ve istisnaî başarıların etkili olması da zaten beklenemezdir.