RÖNESANSTA İNSAN,TOPLUM VE SİYASET FELSEFESİ
"Modern Felsefe" adlandırması, yaygın anlayışa göre hangi zaman aralığına işaret etmektedir?
‘Modern Felsefe’ yaygın anlayışa göre 17. ve 18. yüzyıl felsefelerini betimleyen bir terimdir ve modern felsefenin Descartes ile başladığı kabul edilir. Anglo-Sakson dünyada modern felsefeyi Francis Bacon ile başlatanlar da vardır. ‘Modern’ terimiyse sanıldığından daha esnek bir kullanıma sahiptir ve 17. yüzyıldan başlayıp 20. yüzyılın ilk yarısına dek uzanan geniş zaman dilimini ifade eder. Bu zaman diliminde yapılan felsefeye de modern felsefe denir. Modernliğin başlangıçlarını Ortaçağ sonlarına ya da Rönesansın başlarına dek geri götürenler de vardır. O halde Ortaçağ sonlarından günümüze dek uzanan felsefi sürecin genel anlamda modern felsefe olarak adlandırılması uygundur.
Modern sözcüğü ne anlama gelir?
‘Modern’ terimi Latince, ‘modus’ teriminden gelmektedir. ‘Modus’ tarz, kip anlamlarına gelir. Bu terimden türetilen ‘modo,’ içinde bulunulan zaman ya da son zamanlar anlamına gelmektedir. Yine bu sözcükten türetilen ‘Mode,’ (Türkçesi moda) giyimde ve tutumlarda şu an geçerli olan tarz demektir. ‘Modern’ terimi ise en son tarzlar, yöntemler ya da fikirlerle yapmak, yapmayı sürdürmek anlamındadır ve sanat, müzik, edebiyat ve dansta belirli çağdaş eğilimlere ve okullara işaret eder. İkinci anlamı, Ortaçağın bitiminden günümüze dek gelen zaman aralığına ilişkin olan ya da bu zaman aralığında yer alan şeylere işaret eder. Üçüncü olarak, bir dilin gelişim sürecinin en son aşamasına göndermede bulunur. Dördüncü olarak kelimesi kelimesine alındığında, modern zamanda yaşayan bir kişiyi niteleyebilir. Aslında modern fikirleri, inançları, ölçütleri benimseyen kişi gerçek anlamda modern kişi olarak nitelenir
Modern çağın başlıca belirleyeni nedir?
Modern teriminin yaklaşık on yüzyıl süren ortaçağ-skolastik yaşam biçiminden sıyrılarak yepyeni bir yaşam biçimine geçişi anlatmak için kullanılmış bir terim olduğu görülmektedir. Ortaçağ sonlarında yeni yaşam biçimlerini arayış, özleyiş, kurulu düzenden uzaklaşma isteği yaşamın her alanında kendini hissettiriyordu. Bu şekilde duyguda, düşüncede, insana ve topluma bakışta, sanatta, felsefede ve bilimde yeni yönelimler ve tarzlar kendini göstermeye başladı. Kısaca söylemek gerekirse, Ortaçağın sonunu ilan eden dönem, bunu, her alanda getirdiği yeniliklerle başarmıştır. Yenilik ve yenileşme, modern çağı modern çağ yapan en temel göstergedir.
Rönesans terimi ne anlama gelmektedir?
Rönesans’ terimi, ‘yeniden doğuş’ anlamına gelmektedir. Burada yeniden doğan ya da doğması istenen nedir? Daha önce bir kez doğmuş olduğuna inanılan özgür düşünce ve bu düşüncenin ürünlerinin yeniden doğması, yeniden insan yaşamını anlamlandırması istenmektedir. Bu özgür düşünceyi ve bunun ürünlerini ise antik kültür - eski Grek ve Roma kültürü- temsil etmektedir. Şu halde somut anlamda yeniden doğması gereken eski Grek ve Roma kültürüdür. Her şeyden önce bu antik kültüre geri dönmek, bu kültürün ürünlerini yeniden gün ışığına çıkarmak gerekmektedir. Bu ülküyü gerçekleştirmek adına atılan ilk adımlar, gerçekleştirilen kültürel çalışmalar hümanizm (insancılık) adı altında dile getirilmiştir.
Hümanizm terimi ne anlama gelmektedir?
‘İnsancılık’ (hümanizm) terimi en genel anlamıyla insan aklını, etik ve adalet kavramlarını temele alan, batıl inanışları ve doğaüstü olan her şeyi yadsıyan bir dünya görüşüdür. Bu yaklaşım hümanizmin dünyevi (seküler) yorumudur. Bu seküler biçimiyle “hümanizm, çalışmalarda, felsefede ve pratikte insansal değerlere ve ilgilere odaklanan bir yaklaşımdır.” Bu yaklaşım anti-hümanist (insancı olmayan) her türlü kavram, düşünce ve uygulamayı dışlama yoluna gider. Yukarıdaki iki tanımı bütünleyen bir tanım da şudur: hümanizm, tüm insanların değerli ve onurlu olduğunu öngören ahlak felsefelerinin genel bir kategorisini anlatan bir terimdir.
Tommaso Campanella'ya göre ideal bir toplum nasıl olmalıdır?
Campanella’ya göre ideal toplum düzeni doğayla uyumlu olmalıydı ve böyle bir düzen Tanrı’nın bilgeliğinin bir yansımasıydı. Campanella kendi döneminin toplumlarını, doğal yaşamdan tümüyle uzaklaşarak, adaletsizliğin ve mutsuzluğun labirentine dönüşmüş gördüğü için bir ütopya yazmak gereğini duymuştur. Onun düşündüğü, politik olarak düzenlenmiş bir toplumdur; tüm bireysel parçaları, toplumsal bütünlük ile uyumlu olan, parçanın bütünde, bütünün parçada birbirini tamamladığı ve tanımladığı bir ideal siyasal birlik olarak bir devlet her şeyden önemli görünmektedir.
Johannes Althusius'un egemenlik kavramı konusundaki görüşlerdir?
Althusius, mutlak monarşiye karşı demokratik devlet düşüncesine hizmet eden görüşler öne sürdü. Althusius, insanların bağımsızlığının yöneticilere devredilemeyeceği görüşündeydi. Çünkü ona göre devletin başındaki kişi halkın efendisi değil, sadece halkın seçtiği bir görevliydi. Biricik egemen güç halkın kendisiydi. Althusius bu görüşleriyle “halk egemenliği” düşüncesine kesin formunu kazandıran ilk düşünür oldu. Bu açıdan Rousseau’nun kendisine çok şey borçlu olduğu düşünülmektedir. Egemenlik halka ait olduğuna göre, başta bulunan yönetici halk adına ve halkın yerine eylemde bulunabilir, “o, birtakım sınır ve bağlarla devleti yönetmek için halk tarafından görevlendirilmiş bir kimsedir; bu görevin ne olduğunu ve sınırlarını da halkın istencinden doğmuş olan yasa belirler. Devlet başkanı yasanın üstünde değil altındadır, yasa onun istencine bir sınır çizer; o, bu sınırı aşmaya kalkışırsa, halk da ona karşı ayaklanabilir.” Görüldüğü gibi Althusius’un görüşleri tümüyle demokratik yönetim biçimini betimleyen görüşlerdir ve “halk egemenliği” kavramı demokratik yönetimlerin en temel ilkesi olmuştur.
Bodin'e göre en iyi rejimin mutlak monarşi olmasının sebebi nedir?
Ataerkil aile anlayışına bağlı olan Bodin’e göre, nasıl ki ailenin reisi babadır, bir aileler toplamı olan devletin reisi de kraldır. Aile reisi, aile bireylerinin gereksinimlerini karşılayarak, mutluluğunu sağlamaya çalışır. Kral da devleti oluşturan grupların güvenlik ve esenliği için çalışır. Onun varlık koşulu budur. Kralın egemenliği ona aynı zamanda yasa çıkarma hakkı da verir. Yasa çıkarma hakkının başka toplumsal güçlere devredilmesi, kralın egemenliğinin sınırlandırılması anlamına gelir. Yasa çıkarma hakkının aristokratik bir meclisin elinde olduğu rejimlere aristokrasi, halk meclislerinin elinde olduğu yönetimlere demokrasi, tek bir kralın elinde olduğu rejimlere mutlak monarşi denir. Egemenliğin bu üç güç odağı arasında dağıtıldığı karma bir yönetim biçimi olamaz çünkü egemenlik bölünemez. Eğer bölüşülürse, taraflar arasında anarşi çıkar, zamanla devlet düzeni ortadan kalkar ya da egemenlik bu güç odaklarından birisinin eline geçer. Bu durumda en iyi rejim mutlak monarşidir. Çünkü öteki yönetim biçimleri anarşiye dönüşmeye eğilimlidirler.
Machiavelli'nin din konusundaki görüşleri nelerdir?
Machiavelli sağlayacağı toplumsal yarar açısından din kurumunu kabul etmekte, dinin insanlar üzerinde hâkimiyet sağlamayı kolaylaştıracağına inanmaktaydı. Ama insanları politik bilinçten uzaklaştıran ve edilgin hale getiren Hıristiyan ahlakı yerine, yurtseverlik duygularını öne çıkaran eski Roma tarzı bir dini yeğlemekte, dine, dinin kendi değer ve hatırı için değil, sağlayacağı toplumsal yarar nedeniyle yönelmekteydi. Onun ana ideali, birleşik, bağımsız ve özgür bir İtalyan ulusuydu. Ulusun politika, bilim ve din açısından Kilise’nin egemenliğinden tam olarak bağımsız olmasıydı.
Doğal yasa kavramının düşünsel kökenleri nelerdir?
Modern dönemde doğal yasa kavramı 17. yüzyılda ortaya çıkmış ve etik, politik ve hukuksal düşüncede kalıcı bir etki yaratmıştır. Grotius’un bu kuramın savunulmasındaki öncü rolü yadsınamaz. Onun doğal yasa kuramı uluslararası hukukun yapı taşlarından biri olmuştur. Politik hak ve düzenin temel taşıyıcısı olarak görülen doğal yasa kuramı, sonraki dönemlerde bu haklardan türetilen akla dayalı yönetim biçimlerinin doğmasına yol açmıştır. Aslında kavramın mucidi Grotius değildi. Henüz M.Ö. 5. yüzyılda Sofistler, doğal olan (physei) ve insan eliyle konulmuş olan (thesei) arasında bir ayrım yapmışlardı. Bu ayrım özellikle hukuk alanında etkisini göstermiş ve doğal olan, kaynağını doğada bulan yasalar (doğal hukuk) ile insanlar tarafından oluşturulan yasalar (pozitif hukuk) arasında bir ayrım yapılmıştı. İnsan eliyle yapılmış yasalar sanılara (doksa) dayanırlar ve bu nedenle güçsüzdürler ve geçerlilikleri de tartışmalıdır. Doğal yasalar ise varlığını doğadan alırlar ama ne yazık ki bunlar sonradan konulmuş yasalar tarafından bastırılmışlardır. Ancak doğal yasalar açısından görüldüğünde tüm insanlar birbirine eşit olacaklardır. Sofistlerden sonra Stoa Okulu, bu düşünceyi daha bilinçli bir biçimde dillendirmiştir. Stoacılara göre tüm insanlar aynı ortak öğeyi paylaşırlar; bu ortak öğe akıldır ve Tanrı da bir tür Akıl olarak görülür. Böylece insanların ortak özü ve Tanrı aslında aynı şeydir. Akıl ya da doğa insanların ortak özü olduğuna göre akıl, evrensel ve doğru olan Yasadır. Şu halde tüm insanlar ortak olarak bu evrensel doğal yasaya sahiptir ve bu yasa özü bakımından adalet ya da tüm insanların eşitliğidir. İnsanlar aynı yasayı yani adaleti paylaştıklarına göre aynı devletin, yani bir dünya devletinin üyesi olmalıdırlar. Adaletin, evrensel doğal yasa olması düşüncesi tüm insanların evrensel kardeşliği fikrini de gündeme getirmektedir. Hıristiyanlık bu yasayı kendi görüşlerine göre yorumlamış ve uygulamıştır. Doğal yasanın Tanrı olması ya da köklerinin Tanrıda bulunması, tanrısal adalet ve Hıristiyan cemaatin kardeşliği gibi düşüncelere dolayımlanmıştır. Doğal yasa kavramının modern çağda özgün anlamıyla layık olduğu yere taşınması ise Grotius eliyle olmuştur.
Modern çağı ve felsefeyi ayrımlaştıran nitelikler nelerdir?
İnsanın, tüm Ortaçağ boyunca düşünceye egemen olan Tanrısal ve dinsel nitelikli kavram ve nosyonları bir tarafa bırakıp özgür aklının yol göstericiliğinde dünyayı yeniden keşfetmesiyle, inanç yerine duyulara ve akla dayalı yepyeni bir bilim -doğa bilimi kurmasıyla olanaklı olabilirdi. Bu yeni düşünme, araştırma ve eyleme biçimi Rönesansta belirginleşti. Sonunda tanrısal özne bir tarafa bırakıldı ve bireysel insan, düşünen ve eyleyen özne olarak tarih sahnesinde yerini aldı. Bunlar modern çağı ve felsefeyi ayrımlaştıran niteliklerdir.
Sanatta ve felsefeden hümanizm akımının doğmasına yol açan gelişme nedir?
Rönesans döneminde Hıristiyanlığın kurduğu düşünsel otorite zayıfladı ve insan düşünen ve eyleyen bir özne olarak ortaya çıktı. Bu durum sanatta ve felsefede bir insancılık (hümanizm) akımının doğmasına yol açtı.
Halk egemenliği düşüncesine kesin formunu kazandıran ilk düşünür olan Althusius, devlet yöneticisini nasıl tanımlamaktadır?
Althusius, insanların bağımsızlığının yöneticilere devredilemeyeceği görüşündeydi. Çünkü ona göre devletin başındaki kişi halkın efendisi değil, sadece halkın seçtiği bir görevliydi. Biricik egemen güç halkın kendisiydi. Althusius bu görüşleriyle “halk egemenliği” düşüncesine kesin formunu kazandıran ilk düşünür oldu. Bu açıdan Rousseau’nun kendisine çok şey borçlu olduğu düşünülmektedir. Egemenlik halka ait olduğuna göre, başta bulunan yönetici halk adına ve halkın yerine eylemde bulunabilir, “o, birtakım sınır ve bağlarla devleti yönetmek için halk tarafından görevlendirilmiş bir kimsedir; bu görevin ne olduğunu ve sınırlarını da halkın istencinden doğmuş olan yasa belirler. Devlet başkanı yasanın üstünde değil altındadır, yasa onun istencine bir sınır çizer; o, bu sınırı aşmaya kalkışırsa, halk da ona karşı ayaklanabilir.”
Althusius, neden egemenliğin parçalanamaz, bölünmez, parçalanmaz ve bir başkasına devredilemez olduğunu düşünmekteydi?
Althusius da Bodin gibi egemenliğin bölünmez, parçalanmaz, bir başkasına devredilemez bütünsel bir kavram olduğunu düşünmekteydi. Egemenliğin tek kişiye aktarılmasını ise özellikle yanlış buluyordu. Ona göre egemenliğin aktarılması, insanların özgürlüklerini yöneticiye aktarmaları demekti ki, bu da doğal haklara aykırı bir durumdu. İnsanların özgür olmaları en başta gelen doğal haktır.
Althusius’a göre egemenlik neden halkın elinde bulunmalıdır?
Althusius’a göre egemenlik doğrudan halktan çıktığı için, sadece halkın elinde bulunabilir. Çünkü insanın akıllı özü egemenliğin de kaynağıdır. Egemenlik aklı, akıl ise tüm insanlığı- halkı temsil eder. Devleti de bir sözleşmeye dayalı olarak halk kurmuştur. Dolayısıyla egemenlik de devleti kuranların yani halkın hakkıdır. Halk kendini bir Parlamento ile temsil ettirir. Parlamentonun yetkileri hiçbir biçimde ortadan kaldırılamaz. Devlet erkini yürütenler her aşamada halka bağlıdırlar. Halkın egemenliğe sahip çıkması en doğal hakkıdır; bir başka deyişle halkın egemen olma hakkı, doğal hakların başında gelir.
Mirandola’nın Rönesansın Manifestosu olarak anılan De Hominis Dignitate (İnsanın Değeri Üzerine Kehanet) yazısında insanın özgür düşüncesini nasıl açıklamıştır?
Rönesansın Manifestosu olarak anılan bu yazı Rönesans hümanizminin temel metinlerinden biridir. Bu eserde Pico, Yeni Platoncu bir anlayış içinde insanın bilgiye ulaşmak için sürekli araştırma yapmasının önemini vurgulamıştır. İnsan soyu varlığa gelince, Tanrı her şeyi kolayca görsün ve kolayca bilgi elde edebilsin diye onu evrenin merkezine koymuş, kendisini bildiği gibi gerçekleştirsin diye ona özgür düşünce vermiştir. Böylece insan rastgele bir varlık değil, kendi yerini kendisi yapan, Tanrının bu dünyadaki benzeri olan bir varlıktır. Bir tür makrokosmos yanında mikrokosmosdur. Bu nedenle Tanrı katında değeri ve onuru en yüksek varlıktır.
Erasmus Deliliğe Övgü kitabında Hristiyanlığı akla uygun hale getirebilmek için yaptığı eleştiriler nelerdir?
Deliliğe Övgü adlı ünlü kitabında ruhban sınıfının delilik denebilecek uygulamalarını, papalıktaki memuriyet düzenini, akla ve mantığa sığmaz skolastik uygulamaları eleştirmiştir. Günah çıkarma, üçleme, Tanrının İsa olarak insan kılığına girmesi, tözün dönüşümü gibi dinin temel dogmaları üzerine yapılan sonu gelmez tartışmaları gülünç bulmuş, manastırlardaki yaşamı, dinin özünden uzak olan garip ayrıntılar ve uygulamalar nedeniyle yadsımıştır. Erasmus’un bu konudaki temel eleştirisi dinin asıl doğasından uzaklaşıldığı, din insanlarının ipe-sapa gelmez ayrıntılar içinde yollarını kaybettikleri yolundadır. Bu nedenle skolastik eğitim programının tümüyle elden geçirilmesi ve yenileştirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Erasmus’un rahiplerin deliliğine övgüsü gerçek anlamda ironik, yani alaycıdır. Ama bir başka deliliği ciddi anlamda övmektedir: Bu, imanın yalınlığı ile özdeşleştirilen deliliktir. O gerçek dinin bir kafa sorunu değil, yürek sorunu olduğunu hissetmiştir.
Başlıca erken dönem İtalyan hümanistleri kimlerdir?
Erken dönem İtalyan hümanistlerinin başlıcaları Dante, Petrarca ve Boccacio’dur. Bunlardan Dante (1265-1321), Rönesansın başlarında yaşamış büyük bir şairdir. Bir diğer öncü İtalyan hümanisti ise hümanizmin babası olarak anılan Petrarca’dır (1304-1374). Dönemin büyük şairlerinden biri olarak Dante ve Boccaccio gibi modern İtalyan dilinin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Rönesans dönemi hümanistlerinin bir diğeri olan İtalyan şair ve yazar Boccaccio (1313?/1371) Dante ve Petrarca’dan etkilenmiş, özellikle Petrarca ile sık sık buluşarak onun telkinleriyle Latince ve Grekçeye yönelmiştir.
Dante’nin Monarchia isimli eserinde değindiği siyasi görüşleri nelerdir?
Burada evrensel barışı oluşturabilmek için evrensel bir monarşinin zorunluluğuna değinmekte, bu bağlamda Katolik Kilisesinin üstlenebileceği rolün evrensel bir barış için yol göstericilik olduğunu söylemektedir. Bu görüşlerinden dolayı yapıt Dante’nin ölümünden sonra dönemin Papası tarafından toplatılıp yakılmıştır. Dante bu eserde Thomas Aquinas’tan beri süregelen Papa mı, imparator mu tartışmasında imparatordan yana olmuş, Ortaçağ imparatorunun konumunu idealize etme yolunu tutmuş, Batı Roma imparatoru olan Alman kökenli bir yöneticiyi halen tüm insanlığın dünyevi yöneticisi olarak göstermiştir. Bu imparator tüm gücünü papadan değil Tanrıdan almıştı. Dante’nin yöneticinin gücünü papalıktan bağımsız ve onun üstünde düşünmesi Ortaçağ geleneksel ruhuna ters düşen bir yeniliktir.
Petrarca, Augustinus’tan etkilenerek ruh üstünlüğü konusunda hangi fikirleri ileri sürmüştür?
Bir Augustinus hayranı olarak onun ruhun üstünlüğü fikrine inanmış, dışsal güzelliklerle sürekli vakit geçirmek yerine ruhun derinliklerine dalmaya yönelmiştir. Kendi beninden hareket etmek düşünmelerinin kaynağını oluşturmuştur. Ruhun dışında kalan hiçbir şey ondan daha büyük değildir çünkü dış dünyadaki hiçbir doğa güzelliği kendisinin ne olduğunu bilememekte, sadece ruh kendi kendisinin bilincinde olmaktadır. Bu esas üzere ruhun edimlerini, özellikle katı mantıksallığa karşıt olarak ruhun derinliklerindeki doğal duyguları, sevinç ve üzüntüleri betimleme yoluna gitmiştir. İnsanın kendisini geliştirebilmek için sessizliğe ve yalnızlığa gereksinimi olduğunu, yalnızlığın sanıldığı gibi olumsuz bir şey olmadığını, yaratıcılık ve üretkenlik için gerekli olduğunu savunmuştur