İnsan Haklarının Felsefi Temelleri
"İnsan hakları" kavramı uluslararası (ya da uluslarüstü) hukuk biçimini ilk kez ne zaman kazanmıştır?
Geçmişi Magna Carta’ya kadar uzanan “insan hakları” kavramı, ilk kez 1945 tarihli Birleşmiş Milletler (BM) Şartı ve 1948 tarihli BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’yle bir uluslararası (ya da uluslarüstü) hukuk biçimini kazanmıştır.
İnsan hakları düşüncesi neye dayanır?
İnsan türünün üyesi olmakla her insanın belli temel haklara sahip olduğu anlamında insan hakları düşüncesi, bütün insanların onur ve haklar bakımından eşit oldukları, çünkü bütün insanların yapılarında bu özellik ve insanı diğer canlılardan ayıran olanakları taşıdıkları varsayımına dayanır. İnsan hakları idesi türün üyesi olan herkesin başkasına belirli türden muamele etmesi gerektiğiyle ve yine aynı şekilde türün üyesi olan başkalarından da belirli türden muamele görmeyi istemesiyle ilgilidir. İnsan türünün üyesi olmakla her insanın belli temel haklara sahip olduğu anlamında insan hakları düşüncesi, bütün insanların onur ve haklar bakımından eşit oldukları, çünkü bütün insanların yapılarında kimi özellikleri ve insanı diğer canlılardan ayıran kimi olanakları taşıdıkları varsayımına dayanır.
İlk insan hakları konferansı olarak bilinen Dünya İnsan Hakları Konferansı'nın ana sonucu ne olmuştur?
Soğuk Savaşın sona ermesinin ardından 25 Haziran 1993’te Viyana’da düzenlenen ilk insan hakları konferansı olarak bilinen Dünya İnsan Hakları Konferansı’nın ana sonucu Viyana Deklarasyonu ve Eylem Programı’nın yeniden ele alınarak kabul edilmesi olmuştur. “Bütün insan hakları, evrensel, bölünmez, birbirine bağlı ve birbiriyle bağlantılıdır. Uluslararası toplum aynı vurgu ile aynı statüde, adil ve eşit bir şekilde küresel olarak insan haklarını tedavi etmelidir” (5. madde) maddesini yeniden ele alarak vurgulayan Deklarasyon, insan hakları ihlallerinin engellenmesi adına önemli bir adımın daha atıldığını göstermiştir.
Felsefi tartışmalarda ileri sürülen birbirinden farklı görüşler insan hakları kavramına ve insan haklarının korunmasına ilişkin ne gibi farklı gelenekler ve yaklaşımları ortaya çıkarmıştır?
Felsefi tartışmalarda ileri sürülen birbirinden farklı görüşler insan hakları kavramına ve insan haklarının korunmasına ilişkin farklı gelenekleri, farklı yaklaşımları ortaya çıkarmıştır. Bunlar arasında,insan hakları söyleminde liberal haklarla ilgili kriterlerin genişletilmesini savunanlar, insan hakları kavramının sınırlarını kozmopolitlik kavramıyla sınırlayanlar, küresel adaletsizlik sorunuyla ilgisinde Frankfurt Okulu’nun Eleştirel Kuram’ının insan hakları kavramına ilişkin katkısının önemine dikkat çekenler ile insan haklarını Batılı değerlerin dayatılması olarak eleştiren ve kültürler arası söyleme tepki olarak hukuka ve siyasete yönelik yeni bir söylem kuramı geliştirenler bulunmaktadır. Farklı gelenekler ve kutuplar arasında gidip gelen insan hakları kavramı ve sorunları ‘polis felsefesi’nden ‘kozmopolis felsefesi’ne geçişte mevcut sorunların yeniden sorgulanması ve çağın yeni küresel sorunlarının ele alınışına geç kalınmaması gerektiğini anımsatır. Kimilerine göre, “insan hakları kuramına ilişkin çoğu kafa karışıklığının nedeni, kavramın semiyotik ve semantik açıklığıdır. Hakların ‘insan’ı ‘yüzer-gezer gibi gösteren’, ‘insan hakları’ yetersiz ve eksik belirtilmiş bir kavramdır. Kavram geniş bir kapsam ve erişime sahip, semantik değeri ve referans alanı çok yönlü, muhtelif, hatta çatışan pratik ve söylemleri kuşatır.”
İnsan haklarına ilişkin kuramlar hangi iki temel ilke üzerinde yoğunlaşmaktadır?
İnsan hakları düşüncesinin kökenine ilişkin farklı düşünceler bulunmasına rağmen, bu terime ilişkin kuramlar iki temel ilke üzerinde yoğunlaşır gibi görünmektedir: yaygın kabul gören yaygın özgürlük temelli kuramlar ile hak temelli kuramlar. Bunların her ikisi de devlet ve bireyler arasındaki ilişkiye işaret eder.
İnsan haklarının ne olduğuna ilişkin niçin nesnel bir ölçüt bulmaya çalışılmıştır?
“İnsan hakları” kavramı farklı tarihsel ve kültürel
bağlamlarda farklı anlamlara geldiği, insan
hakları düşüncesine belli bir kültürün ürünü ve
ona özgü olduğu iddiasıyla sıkça karşı çıkıldığı
için, insan haklarının ne olduğuna ilişkin nesnel
bir ölçüt bulmaya çalışılmıştır.
Uluslararası geçerliliği olan insan hakları belgelerinde karşılaşılan "evrensellik" kavramı niçin gereklidir?
Uluslararası insan hakları belgeleri hem bir ülkedeki bireylerin eylemlerinin hem de toplumsal ilişkilerin (toplumsal düzenin) oluşturulmasında sınırların nasıl çizileceğine ilişkin temel ilkelerin ya da evrensel normların kanunlaştırılmasına olanak tanımaktadırlar. Devletler bu belgeleri iç hukuklarının bir parçası hâline getiren bu sözleşmeleri imzalayarak, hakların kendi ülkelerinde korunması için adım atmaktadırlar. Ne var ki bu sözleşmelerin ve insan hakları düzenlemelerinin insan hakları normlarına ve evrensel etik ilkelere uygun hazırlaması, oldukça önemlidir. Devletlerin yapısını, kurum ve kuruluşlarının işleyişini belirleyen ilke ve normların evrensellik düşüncesinden, evrensel ilke ve değerlerden bağımsız olmaları düşünülemez. Yurttaşlar tarafından yurttaşların birbirine ve diğer yurttaşlara karşı adalet ilkesiyle yönetilebilmesi için kurulan devletlerin, kurum ve kuruluşlarının işleyişlerini evrensel ilke ve değerlere göre düzenlemeleri insan haklarının korunmasını sağlamada oldukça önemlidir.
Bu nedenle, uluslararası geçerliliği olan insan hakları belgelerinde karşılaştığımız “evrensellik” kavramı üzerinde durmak insan haklarının korunması için geçerli olan ilkelerin nesnel geçerliliğinin dayanaklarını gösterebilmek için gereklidir. 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hangi hakların insan hakları ve temel haklar olduklarını belirlemede bir ölçüt olabilmesi bakımından önem taşımaktadır. Belli bir gruba ya da bölgeye değil, tüm insanlığa hitap eden bu bildirgeyi evrensel kılan, başına eklenen “evrensel” sıfatı ya da hazırlanmasında, ilan edilmesinde tüm dünya devletlerinden temsilcilerin olması ve onaylamaları değil, bildirgenin kendisidir. “Evrensellik tartışması, büyük oranda, Birleşmiş Milletler’in hazırlayıp ilan ettiği insan hakları bildirgesine ‘evrensel’ nitelemesini eklemesiyle alevlenen bir tartışmadır. Aslında Bildirge’de ‘evrensel’ olan insan hakları değil, Bildirge’nin kendisidir. Başka bir deyişle evrensel sıfatının nitelediği bildirgedir. BM Bildirge’ye ‘evrensel’ nitelemesini ekleyerek metnin etki gücünü artırmak, bu bildirgede dile getirilen gereklerin dünyanın tüm ülkeleri ve tüm insanları için geçerli olduğunu vurgulamak istenmiştir. Zira bildirge belli bir gruba ya da bölgeye değil tüm insanlığa hitap etmektedir”. Bir bildirgenin evrensel olması, onu tüm devletlerin ya da tüm devletleri temsil eden kişilerin onaylamasına bağlı olduğu anlamına da gelmez. BM Bildirge’yi hazırlamış ve ilan etmiştir, ancak o dönem az sayıda devlet BM üyesidir. “Evrensellik”ten anlaşılan genel bir görüş birliğine ulaşmak ya da herkesin her şeyi onaylaması değil, bildirgede yer alan normların, ilkelerin herkes için her tek durumda geçerli olabilmesidir.
İnsan hakları bir ide, bir gereklilik düşüncesi ise, bir ‘ide’nin ya da düşüncenin, ‘gereklilik
düşüncesi’nin evrensel olup olmadığı sorulabilir mi?
İnsan hakları bir ide, bir gereklilik düşüncesi ise, bir ‘ide’nin ya da düşüncenin, ‘gereklilik düşüncesi’nin evrensel olup olmadığını sormak pek anlamlı değildir. “Bir düşüncenin kısmi geçerliği ya da bölgesel geçerliliği diye bir şey olmayacağına göre, eğer ‘evrensellik’ genel geçerlik ise, düşünceler ilgili oldukları her durum için genel olarak geçerlidirler. ‘İnsanların sırf insan oldukları için bazı haklara sahip olduğu, bu nedenle insana bazı şeylerin yapılamayacağı’ düşüncesi, her türlü ide ya da düşünce gibi, bir yerin ya da bölgenin düşüncesi, yalnız bir yere ya da yöreye ilişkin bir düşünce değildir. Bir düşüncenin belirli bir yerde ya da bölgede ortaya çıkması da, onun yalnız o bölge ya da ülke için geçerli olması anlamına da gelmez. Her bilgi ya da düşünce bir yerde, bir bölgede, bir ülkede ortaya konur ya da dile getirilir; ama hiçbir zaman yalnız orada doğru ya da geçerli değildir.”
Evrensellik kavramının en önemli iki oluşturucu öğesi nedir?
Evrensellik kavramının en önemli iki oluşturucu öğesi “hak” ve “insan” kavramlarıdır.
Hukuk ve insan hakları arasında nasıl bir ilişki vardır?
Hukuk ve insan hakları arasında, insan haklarının hukuk olduğuna dair yanlış anlaşılan bir düşünce bulunur. İnsan hakları, hukukun türetildiği öncüllerdir, ama hukukun kendisi değildir. Temelinde bulunan etik ilkeler, hukukun da temel ilkeleridir. Her zaman etik ilkelere dayanmayan hukuk, her zaman etik ilkelere dayanan insan haklarını korumak ve ihlalleri engellemek içindir. “İnsan hakları, etik ilkelerdir ve bu etik ilkeler hukukun da temel ilkeleridir. Bu tür ilkeler, yani etik ilkeler bazen hukukun temel ilkeleri olarak alınabiliyor ya da hukuk buna dayanabiliyor ama bazen dayanmıyor. Hukuk her zaman etik ilkelere dayalı yapılmıyor. Aslında hukukun iki temel kaynağı vardır: etik ilkeler veya normlar ile kültürden gelen, içinde bulunulan kültürden aldığımız normlar, kültürel normlar denilen normlar. Kısaca hukuk bazen kültürel normların yasallaştırılması olarak karşımıza çıkıyor; bazen de etik ilkelerin yasalaştırılması olarak. (…) Hukuku oluşturan ilkeler etik ilkelerse, o toplumda insan haklarının korunmasında önemli bir adım
atılmış oluyor. Ama eylemlerimizi belirleyen ilkeler içinde bulunduğunuz kültürün size verdiği ilkeler ise, yani bir kültüre ait değer yergıları ise o zaman da, belki farkına da varılmadan, başkalarının haklarına zarar vermeniz pek muhtemeldir. Ama bundan ‘bütün kültürel normlar insan haklarına zarar verir’ sonucu çıkarılmamalıdır…her ezbere değerlendirme bir potansiyel etik sorun kaynağı olarak görülebilir, özellikle ezbere kullanıldıklarında- bu kimi zaman etik ilkeler için bile” geçerlidir.
İnsan hakları düşüncesi, insan değeri ve onuru bağlamında nasıl ele alınmaktadır?
İnsan hakları düşüncesi, insanın değerinin ya da onurunun, onun varlıktaki yerinin korunmasını talep eden istemlerdir. Her insan yalnızca insan olduğu, insan türünün bir üyesi olduğu için ve insan türünün bir üyesi olarak sahip olduğu olanakları gerçekleştirebileceği için değer ve onur sahibidir. Yani, insan hakları insanın değeri ya da insanın onuru düşüncesiyle temellendirilir.
İnsan onuru düşüncesi ise insan haklarının etik boyutunu göz önüne serer. “İnsanın kendisine özgü olanaklarını gerçekleştirebilmesinin aracıdır. İnsanların kendilerindeki insana özgü yanlarını daha fazla gerçekleştirme olanağına kavuşacakları,
daha insanca bir dünyanın kurulabilmesinin bir aracıdır. İnsanların korku ve yoksulluktan uzak bir yaşam sürebilmelerine giden yolu açmanın bir aracıdır. “İnsan olma”nın aracıdır. Bu düşüncenin neden hâlâ hak ettiği yeri bulamadığı, dünyanın bütün ülkelerinin –aralarındaki göreli farklılıklara karşın- hala insan haklarını koruyup, gerçekleşmesini sağlamaktan neden uzak oldukları sorusu, üzerinde düşünülmesi gereken ciddi bir sorudur.”
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin ilk maddesi nedir?
Tüm insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğmuşlardır, akıl ve vicdana sahibidir, birbirlerine karşı kardeşlik anlayışıyla davranmalıdır.
İnsan neden korunması gereken bir canlı olarak ifade edilir?
İnsan aklının bir idesi olarak “insan hakları, her insanla ilgili bazı gerekleri dile getirirler. Bu gerekler, insanın değerini tanıma ve koruma istemleri olarak, yani insanları yalnızca insan oldukları için koruma istemleri olarak ortaya çıkarlar”. İnsanın neden korunması gereken bir canlı olduğu, neden özel bir korumanın önemli olduğu sorusuna, insanın yapısal özellikleri ve olanakları sonucu sahip olduğu değere işaret edilerek yanıt verilir. İnsanın sahip olduğu yapısal özelliklerinin (properties) ve olanaklarının (potentialities) onu diğer canlılardan ayıran ve ona “değerini” veya “onurunu” kazandıran şey oldukları düşünülür. İnsan hakları kavramı insanın değerli ve onur sahibi bir varlık olduğu düşüncesi üzerinde temellenir. ‘İnsanın değeri’ derken “insanın diğer canlılar arasındaki özel yeri" kastedilir.
İnsan hakları ve yurttaşlık hakları arasında naıl bir ilişki vardır?
Kişilerce ya da kişilerin içinde yaşadığı devletçe korunması ya da çiğnenmesi söz konusu olan istemler olarak insan haklarını, kişilerin bir ülkenin yurttaşı olmakla sahip olduğu yurttaşlık haklarından ayırmak gerekir. Kuçuradi “insan hakları kişi haklarıdır, ama bütün kişi hakları insan hakları değildir” demekle, kişiye ilişkin olan her hak talebinin insan hakkı olarak görülmemesi gerektiğinin altını çizer. Daha yerinde bir deyişle, her kişi hakkını insan hakları kapsamında görmeyerek, insan hakları ile tanınan hakları birbirinden ayırmaktadır. İnsan hakları tümüyle insanın değerini ya da onurunu koruma istemleri olmakla birlikte, bu istemlerden bazıları insanın olanaklarıyla doğrudan doğruya ilgili iken, bazıları ise bu olanakların geliştirilebilmesi için genel olarak ihtiyaç duyulan önkoşullarla ilgili, başka bir kısmı da kimi değişken koşullarla ilgilidir. Tüm kişi haklarını insan hakları olarak görülmez, bir devletin vatandaşı olmakla sahip olunan ve korunan hakları da bu türden haklardan ayırmak gerekir. “Bütün insanların eşit olduğu, her kişinin insan olarak sahip olduğu, yani tanınmaları söz konusu olmayan, gerektirdiklerinin yerine getirilmesi söz konusu olan bir grup temel hak daha vardır. Bunlar, her kişiye insan olarak olanaklarını geliştirebilmesini sağlayan önkoşullara ilişkin istemlerdir. Sağlık için gerekli yaşama düzeyi, eğitim bu tür haklardandır. Bu haklarla ilgili karşılaşılan güçlük şudur: bu hakların sağlanması, başka bir tür haklara bağlıdır; ancak dolaylı olarak, devletin kişilere tanıdığı haklar -sosyal-ekonomik- (ve bazı) siyasal haklar- ve her zaman değilse de, çoğu zaman siyasal kararlarla kurulan kamu kuruluşları aracılığıyla korunabilirler.”
Bir ülkede ya da devlette ne zaman özgürlüğün olduğundan söz edilir?
Bir ülkede ya da devlette insanların sahip oldukları haklar yasalarla ya da kamu kurum ve kuruluşlarıyla güvence altına alındığında, korunduğunda, yani onlara saygı duyulduğunda, orada özgürlüğün olduğundan söz edilebilir.
Max Scheler insan düşüncesini nasıl ele almaktadır?
Yirminci yüzyıl düşünürlerinden olan, İnsanın Kosmostaki Yeri adlı kitabıyla felsefi antropolojinin kurucusu sayılan Max Scheler, hâlâ insanın ne olduğu üzerinde uzlaşılmış bir düşüncenin olamayışını böyle dile getirir. Scheler’e göre, sırasıyla, biri teolojik, biri felsefi ve biri de doğabilimsel olan bu üç insan düşüncesi arasında bir birlik olmadığı gibi, insanla ilgilenen bilimlerin sayısı artış gösterse de, birbiriyle ilgisi olmayan bu üç antropolojiye bakıldığında, hâlâ “insanın ne olduğuna ilişkin üzerinde birleşilen bir düşünceden yoksunuz”. Bu üç antropolojiden hareketle, sadece teolojide ya da doğa bilimlerinde değil, felsefede de -başta etik olmak üzere felsefenin toplum ve siyaset, varlık, bilgi felsefesi gibi tüm disiplinlerinde- insanla ilgili sorunların bugün de tartışılmasına, insanla onun eylemelerini, yapıp etmelerini yöneten ilkelerle, değerlerle ilgilenilmesine rağmen, hâlâ üzerinde uzlaşılmış bir “insan” ya da “insan doğası” kavramına ulaşılmış değildir.
Kant insanı nasıl ele alır?
Kant insanı hem fenomen hem de noumen dünyanın üyesi ikili bir varlık olarak görür. İnsan bir yandan diğer canlılar -ve cansız varlıklar- gibi doğa varlığı, doğa yasalarına tabi bir varlık iken; öte yandan, akıl sahibi bir varlık olmasından dolayı noumenal dünyanın bir üyesi olarak özgürlük ve ahlaklılığı olanak olarak yapısında taşıyan bir varlıktır. Bu ikililik aynı zamanda eyleyen bir varlık olarak insanın eylemlerinin, yapıp-etmelerinin, hem düşünen bir varlık olmasından ötürü akıl tarafından -akılda temelini bulan bir yasa tarafından hem de duyular dünyasının bir varlığı olmasından ötürü doğa nedenselliği -doğa yasası- tarafından belirlenebildiğini de gösterir. Başka bir deyişle, Kant insanı, “doğal varlık” ve “akıl varlığı” olmak üzere ikili bir varlık olarak görmekle birlikte, bu ikiliğe paralel olarak, “insan doğası”nı da aslında ikili bir yapı olarak karşımıza çıkarmaktadır. Kant’a göre insan, doğanın kendine verdiği işlenmemiş çeşitli yeteneklerle dünyaya gelen insan, aklını ve istemesini kullanarak, bu yeteneklerini bazı önkoşulların da yerine getirilmiş olmasıyla –bakım, eğitim, çalışmak, başarıları aktarabilmek, varılması gereken amacın idesi, devlet kurmak gibi gerçekleştirip, geliştirebilen bir varlıktır. “İnsan”a ve de özellikle onun sahip olduğu en önemli yeti olarak “akıl”a - sıkça vurgu yapan Kant bunu şöyle dile getirir; “...insan kendinde gerçekten bir yeti bulur ki, bununla kendini diğer her şeyden, nesnelerce uyarılan kendisinden bile ayırır; bu da akıldır.”
Felsefeciler insan doğasını nasıl ele almışlardır?
“Felsefeciler asırlardır bütün insanların özünde aynı doğaya sahip olduklarını, yani insanların aynı doğayı paylaştıklarını, bu öze ilişkin benzerliklerin çok önemli olduğunu ileri sürmektedirler. Belli aralıklarla da bu insanın bu özsel benzerliğini insanın biolojisine dayandırarak biyolojik tür olarak Homa sapiens türüne ait olan tüm canlıların özünde aynı olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı düşünürler insanların tümünün sahip olduğu kimi ortak özelliklerin ya da olanakların olup olmadığını tartışırlarken, kimi düşünüler için tüm insanlar, insan olmakla, benzer bazı özellikleri zaten taşımaktadırlar. Bununla birlikte, kimi düşünürler, insanların davranışlarını belirleyen belirli türden eğilimlere sahip olduklarına vurgu yaparken, kimi düşünürler bu türden eğilimlerin insanları yalnızca belirli bir durumda belirli biçimde davranmaya yönlendirdiklerini veya hazırladıklarını iddia ederler.
İnsan doğası kavramı günümüzde nasıl ele alınmaktadır?
Böylesi geniş kapsamlı bir “insan doğası” kavramından söz etmek, bu kavramın sınırının olmadığı ve olamayacağını düşündürmektedir. Dolayısıyla, günümüzde de tartışmaların bir kısmını iddia ettiği gibi, “insan doğası” kavramının “bitmez, tükenmez” bir kavram olduğu, insanın tek bir özelliğe indirgenemeyecek bir tür olduğu söylenebilir.Bu tartışmaların da bize gösterdiği gibi, insan doğası kavramı farklı anlamlarda kullanılmaktadır. Kimi zaman tüm insanlarda ortak özelliklere sahip olma anlamında kimi zaman diğer canlı türlerinden ayırt edici özelliklere sahip olma anlamındadır. Kimi zaman da insan doğası, tüm insanlar tarafından taşınan belirli bir eylemin yapılmasına yönelik yetenekler, olanaklar, arzular ya da eğilimler gibi belirli özelliklere ya da yatkınlıklara işaret eder. İnsan doğası kavramı, genel olarak, türün üyesi olmakla tüm insanların sahip oldukları belirli türden özelliklerin paylaşılması anlamına gelmektedir.
"İnsan doğası"nın tanımlanmasında ortaya çıkan esas güçlük nereden kaynaklanmaktadır?
“İnsan doğası”nın tanımlanmasında ortaya çıkan esas güçlük ise “doğa” kavramından kaynaklanmaktadır. ‘Doğa’ terimi bugünkü kullanımında iki anlamın ya da boyutun biraradalığı anlamına gelmektedir: bir taraftan, ‘doğa’ kavramı (yapay olarak tasarlanmış olandan ziyade) verilmiş bir dünyaya işaret ederken; diğer yandan, insanın özsel özellikleri ya da görünümleri anlamına gelir”. Buradaki güçlük, insan doğasının oluşturucularının ne olduğu ya da bir insan olmanın ne anlama geldiğiyle ilgili sorularına açık bir yanıtın verilemeyişi, bunun sonucu olarak, sınırları iyi çizilmiş bir insan doğası tanımlamasının yapılamamasıdır. İnsan ya da “insan doğası, insanın ne olduğuna ilişkin her anlamlı tartışmada zorunlu bir sayıltı haline gelir, ve şu an çok ilgilendiğimiz, insanın ne olması gerektiği tartışması için de daha uygun bir sayıltıdır”.
M. Nussbaum ve A. Sen insan kavramını nasıl ele almıştır?
Aslında hiçbir insan hakları kuramı belirli bir insan kavramına, içeriği belirli olmayan ve tartışılmasına devam edilen bir insan kavramına dayanarak yol alamaz. Bunu aşmaya çalışan ve bir takım yapabilirliklere sahip olma olarak tasarlanan bir insan kavramı M. Nussbaum ve A. Sen tarafından ortaya konulmuştur. İnsan kavramıyla ilgili güçlüklerin belki de üstesinden gelebilecek olan, bazı özelliklere ve olanaklara sahip olma anlamında insan kavramı ise I. Kuçuradi tarafından ortaya konulur. Yapabilirlikler yaklaşımı adı da verilen, Nussbaum ve Sen’in geliştirdiği yaklaşım ile Kuçuradi’nin ontolojik-antropolojik yaklaşımı nihai bir tanım olma iddiası taşımadan ve, “insan doğası” terimi kullanmadan “insan”ı tanımlamayaçalışan iki elverişli yaklaşımdır. Yapabilirlikler yaklaşımı, özünde insan doğasının ne olduğunu dile getiren bir yaklaşımdır. “Bu yaklaşım, insanın geliştirme kapasitesine sahip olduğu pek çok şey arasından hangilerinin değerli olduğunu, hangilerinin en alt düzeyde bir adil toplumun yetiştirmek ve desteklemek için çaba göstermesi gereken şeyler olduğunu sormaktadır.” Nussbaum ve Sen insan hakları ve yapabilirlikler arasındaki açık ilişkiyi vurgulamalarına rağmen, yapabilirlikler yaklaşımını insan haklarının temellendirilmesinin bir aracı kullanmazlar; aksine bu ilişkiyi oldukça karmaşık bulurlar. Nussbaum yapabilirlikler yaklaşımının insan hakları kavramını açıklayabileceğine inanır ve halkı kamu politikasının amaçları konusunda bilgilendirir. İnsanın yapısal özellikleri ile olanakları arasında ayrım yapan I. Kuçuradi ise, insan hakları kavramının zemini için hazırlık olarak ortaya koyduğu “olanaklar varlığı olarak” yeni bir insan kavramından söz eder.
İnsan onuru kavramı nasıl ele alınmaktadır?
İnsan onuru kavramını tanımlamak, insan hakları kavramını tanımlamak kadar güç görünse de, belirli bir insan ya da insan doğası görüşünden hareketle bu kavramın sınırlarını çizmek imkânsız değildir. İnsan onuru kavramı kimilerine göre işlevsel olmayan göreceli bir kavram iken, kimilerine göre nesnel denilebilecek dayanağı olan bir kavramdır. İnsanın evrendeki biricik yerine işaret eden evrenselci “insan onuru” görüşleriyle karşılaşıldığı gibi, politik yapının belirlenmesinde rol oynayan ve politik yaşamın bir kavramı olarak dignitas’ın işaret ettiği anlamıyla da karşılaşılmakta, insan onuru kavramı ahlaki ve hukuki tartışmalarda sıkça kendisine yer bulmaktadır. Antik Çağ’da erdemli bir yaşamın insan onuruna uygun yaşamanın bir gereği olduğu düşüncesi, Orta Çağ’da yerini kavramın tanrıyla ilgisi kurularak insanın tanrının bir sureti olarak yaratıldığı ve bunun da onu diğer canlılardan ayırdığı ve değerli kıldığı düşüncesine bırakır. Onurun ontolojik değil, etik bir kategori olduğu da kimi Orta Çağ düşünürlerince vurgulanırken, bu düşünce Rönesans hümanizmi ile kilise arasında bir köprü kurmaya, akıl ile onur kavramları arasındaki bağlantıyı göstermeye de zemin hazırlamıştır. Fakat, Rönesans’ın ardından gelen Aydınlanma dönemiyle birlikte “onur” kavramı ile “insan hakları” kavramı arasındaki bağı görebilmeyi sağlayan filozof Immanuel Kant’tır. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi adlı eserinde
akıl denilen yetiye ve ahlaklı eylemde bulunma olanağına sahip olan insanın araç değil, amaç olduğunu vurgulayan Kant’ın görüşleri günümüz düşünürlerinin pek çoğunu etkilemiş ve kişinin özerkliği ile onuru arasında kurduğu bağ pek çok felsefi kuramda yer bulmuştur.
Gewirth insan onuru kavramını nasıl ele almıştır?
Gewirth, insan onuru kavramıyla ilgili olarak, bu kavramın ne olduğunun, neden tüm insanların onur sahibi olduklarının ve insan onuru kavramının nasıl insan hakları kavramının temelini oluşturduğunun açıklığa kavuşturulması gerektiğini düşünür. Gewirth iki farklı “onur” kavramından, iki farklı onur kavramının kullanımda olduğundan söz eder. Bunlardan ilki bazı kişilerin bazı özelliklerinden dolayı sahip oldukları, kazanılıp kaybedilebilir bir özellik, ahlaki içeriği olabilen bir özellik olarak onur kavramıdır. Bu herkesin eşit olarak sahip olması söz konusu olmayan onur kavramıdır. İkinci onur kavramı ise insanın “doğasından gelen onur (inherent dignity)” kavramı, tüm insanların eşit bir biçimde paylaştığı onur anlayışıdır. Her insan teki insan olmakla buna sahip olduğu, ilkinde olduğu gibi insan insana değişen bir özellik değildir, tüm insanlarda yapıları gereği sahip oldukları bir değerdir. İşte bu ikinci anlamıyla onur, insan haklarıyla ilgisinden söz edilebilecek, insan haklarına temel oluşturabilecek onur kavramıdır.
"İnsan onuru" ve "insan türünün onuru" ayrımını kim yapmıştır?
Kateb, insan onuru kavramını açıklarken insanın doğadaki diğer canlılardan ayrılan yanlarına dikkati çekmenin yanında insanın onuru ve insan türünün onuru ayrımını da yapmaktadır. Böylelikle onura ilişkin iki farklı kullanıma işaret etmektedir: İnsanların birbirleriyle olan ilişkilerinde “insanın onuru” ile insanın diğer türler ve doğayla ilişkisinde “insan türünün onuru” arasındaki farka dikkati çeken ve insan onurunun yalnızca insana özgü olmadığını düşünen Kateb, insanın diğer türlerden daha farklı niteliksel bir onura sahip olduğunu, ancak tür olarak insan onurundan da söz edildiğinde bireyin statüsünden farklı olarak insan ırkının önemine de değinmiş olacağımızı düşünür. “Tüm bireyler eşittir ve diğer türlerin hiçbiri insanlığa eşit değildir” diye düşünen Kateb’e göre, diğer türlerle karşılaştırdığımızda insan türünün onurunun mukayese kabul etmez bir biçimde önemli olduğunu ve iki tür onur arasındaki farkı da gözden kaçırmamak gerekir. “Bütün türler eşsizdir, ancak bunlar arasında insan türü doğadan belirli yanlarıyla ayrılma olanağına sahip olup kendini diğer tüm türlerin üzerinde bir konuma yerleştirebilme niteliğine sahiptir. (…) bu durum, insan türüne, doğaya yönelik, doğanın hizmetinde olma anlamında önemli bir ödev yüklemektedir”.
Ionna Kuçuradi "insan onuru" kavramını nasıl ele almıştır?
Kuçuradi, insan haklarını insan aklının ürettiği bir kavram ya da bir fikir olarak kabul eder. Temel haklar ya da kişi hakları olarak da adlandırılan insan hakları insan türünün üyesi olan her tek kişiyle ilgili bazı gereklilikleri -bu kişilerin yalnızca insan türünün üyesi oldukları için değerini koruma istemleri olarak karşımıza çıkan gereklilikleri korumayı- dile getirirler. İnsanın değerinin ya da onurunun korunmasıyla temellendirilen insan hakları düşüncesi, her insanın “-yediğimiz ekmeği yapmış, her an kullandığımız elektriği bulmuş, bazılarımızın okuduğu Küçük Prens’i yazmış, hakkaniyet düşüncesini getirip ombudsman kurumunu kurmuş bir türün üyeleri oldukları için- belirli bir şekilde: insanın bir tür yapısal olanaklarının gerçekleştirilmesini olanaklı kılan bir şekilde muamele görme”si gerektiğini dile getirir. Her insan bu yapısal olanaklara sahip olmakla değerli veya onur sahibi bir varlık olarak görülür. Kuçuradi “insanın değeri” derken, “insanın diğer canlılar arasındaki özel yerini” anladığını ifade eder ve “insana bu özel yeri sağlayan, onun özelliklerinin bütünüdür, onu diğer canlılardan ayıran olanaklarıdır. Bu olanaklar, insana özgü etkinlikler ve bu etkinliklerin ürünleri olarak görünür. Bu özellikler ise, insanın diğer canlılarla ortaklaşa taşıdığı özelliklere ek özelliklerdir. İşte bu özellikler ya da olanaklar ‘insanın değerini’ ya da ‘onurunu’ oluşturur”. İnsan hakları normları da insanın değerini ya da onurunu korumak isteyen, etik eylemde bulunmak isteyen kişiye nasıl davranması gerektiğini söyleyen normlardır.
İnsan onurunu korumak neyi şaret eder?
İnsan onurunu korumak, öncelikle insanın değerinin farkında olmaya işaret eder; çünkü bu değer her insanın yapısal olanaklarını gerçekleştirmeyi ve insanın insanca yaşam sürmesini mümkün kılar. “İnsan onuruna, kendi onurumuza, uğradıklarımızla değil, yaptıklarımızla zarar veririz, çünkü yaptıklarımızdan sorumluyuz, başkalarının bize yaptıklarından değil. Bir şeyi yapmak ve yapmamak kendi elimizdedir. Başka insanlarla ilişkilerimizde insan onurunun gerektirdiği gibi eylemde bulunmak, eylemimiz başkasına yönelse de, kendimizle ilişkimizin bir sonucudur”.
İnsan onuru ve şeref kavramı arasında nasıl bir ilişki vardır?
Kuçuradi, insan onurunun insanın değerinin felsefi ve antropolojik bilgisini içerdiğini ve insan türünün bir başarısı olduğunu düşünür. “İnsan onuru” kavramı “şeref ”, “şan”, “gurur”, “namus” gibi kavramlardan ayrılır. “İnsan onuru kavramı insanın yapısına ilişkin (antropolojik) bilgiden oluşurken, şeref kavramı bir kişinin değerine ya da farzedilen değerine -imgesinin değerine-gösterilen saygıyı dile getirir”. Bir insanın onurunu korumak kişilere bağlıdır. Yaptıklarımızla ya da yapmadıklarımızla bir kişinin onurunu koruyabilir ya da korumayabiliriz. Ancak, “şereflendirilmek başkalarına bağlıdır, bu başkaları da şeyleri farklı tarzlarda değerlendirirler ve etik değer bilgisiyle donatılmış değillerse, onurlu (şereflendirilmeye layık) olamayanları da şereflendirirler”.