BİLGİNİN KAYNAKLARI SORUNU (I): DENEYİMCİLİK
Felsefe tarihinde, insan bilgisinin kaynaklarının ne olduğu ve bilginin kavramsal yapısının nasıl olduğuna dair taraflar hangileridir?
Söz konusu tartışmanın tarihi pek çok yorumcuya göre Modern Dönem’in başlarına ve bazılarına göre de Eski Yunan’a kadar uzanmaktadır. Tartışmanın temel olarak iki tarafı bulunmaktadır: Deneyimciler ve usçular. Deneyimcilik ve usçuluk arasındaki tartışma felsefenin epistemoloji dışındaki alt-alanlarını da çok yakından ilgilendirmektedir. Bu alt-alanlar arasında, özellikle, dil felsefesi, zihin felsefesi ve bilim felsefesini sayabiliriz.
Deneyimcilik nedir?
Bir cümleyle ifade etmek gerekirse, bilgimizin tek kaynağının duyu verileri ve algılar olduğunu savlayan epistemolojik görüşe deneyimcilik adı verilir. “Duyu verisi” ve “algı” arasındaki fark, bu bilişsel durumların karmaşıklık düzeyi ile ilgilidir. Başka bir deyişle, dünyaya duyusal olarak açıktırlar. Ancak “algı” (örneğin, görmek veya işitmek) bitkilerin değil hayvanların gerçekleştirebileceği işlevlerdir.
Deneyimcilik ve pozitivizm arasında nasıl bir benzerlik vardır?
İngilizcede günlük dilde de kullanılan ve ‘empiricism’ ile aynı kökten gelen bir diğer kelime ‘empirical ’dır. “Deneyimsel” gibi bir anlama gelebilecek bu kelime İngilizcede insanlar için bir sıfat olarak kullanıldığı zaman “ayakları yere basan”, “desteksiz iddialara kulak asmayan”, “yalnızca gördüğüne inanan”, “gereksiz spekülasyonlara veya soyutlamalara prim vermeyen” gibi anlamlara gelmektedir. Deneyimsel kişilerin bu saydığımız özellikleri, felsefedeki deneyimcilik görüşünün içeriğine ilişkin de genel bir ön fikir vermektedir. Bu şekilde ifade edildiğinde, deneyimciliğin bir diğer önemli felsefi görüş olan olguculuk veya daha yaygın olarak bilinen adıyla, pozitivizm ile önemli bir benzerlik taşıdığı görülür. Pozitivizm, genelde, bilginin gözlemsel temelini vurgulayan ve spekülasyondan ziyade bilimsel yöntemlerin ön plana çıkarılmasına ağırlık veren bir düşünce akımı olarak bilinir. Pozitivistler de bilgisel bağlamlarda olgusal deneyime büyük önem vermişler ve gerçeküstücü, spekülatif, gizemci yaklaşımları şiddetle reddetmişlerdir. Özetle, bu iki akımın birbirine yakınlaşma nedeni, karşılarına aldıkları fikirlerde veya akımlarda yatmaktadır.
Descartes'a göre, bilen özne ve bilinecek nesne arasında nasıl bir bağ vardır?
Zihnin içindeki “idea”lar gerçekliğin unsurlarına ilişkin bilgi taşırlar; bu da bizim dünya bilgisi sahibi olmamıza neden olur. “İdea”, temel anlamı itibarıyla, “içeriği genelde bir nesne veya bir özellik olan düşünsel ya da zihinsel durum” olarak tanımlanabilir. Örneğin, benim zihnimde, armut, kirpi, adalet, altıgen, Tanrı, Noel Baba gibi çok farklı türde idealar bulunmaktadır. İdeaların, hem gerçeklik içinde olan hem de gerçekte olmayan şeyleri temsil edebileceği düşünülür.
Temsiller ve idealar arasında nasıl bir ilişki vardır?
“Temsil etme” kavramı felsefenin alt alanlarında yaygın bir şekilde kullanılan, oldukça kritik kavramlardan biridir. Ancak felsefeciler için en ilginç temsil türü, insan zihninin, “gerçekliğin” bir parçasına veya unsuruna soyut bir şekilde “karşılık gelmesi”, onunla benzeşmesi, örtüşmesi veya onu ifade etmesidir. Gözlerimi kapatıp kardeşimin görüntüsünü kafamda canlandırdığımda, bilişselliğim içinde oluşan zihinsel durum, kardeşimin (yani maddi dünyadaki bir gerçekliğin) bir temsilidir. Başka şekilde ifade edersek, zihnimdeki temsili durumun bana görünen içeriği kardeşimin görünümüne benzemekte ve ona karşılık gelmektedir. Eğer aynı noktayı farklı bir terminoloji ile ifade etmek istersek, benim zihnimde kardeşime ilişkin bir ideanın olduğunu da söyleyebiliriz. Bu bağlamda, “temsil etme” zihinsel bir işlev, “idea” ise temsil süreci sırasında oluşan zihinsel durum veya soyut nesnedir denebilir. Elbette temsiller veya idealar her zaman gerçeklikle örtüşmek zorunda değildir. Kafamda bir kanatlı inek ideası gerçekten oluşuyor olsa da, o idea fiziksel gerçeklik içinde bir nesneye karşılık gelmiyor demek olası görünmektedir.
Temsil epistemolojisinin en temel sorunu nedir?
Descartes ve onu izleyenlerin insan bilgisi konusunda yaptığı araştırmalar, temsil epistemolojisi olarak da bilinen bir düşünme ve sorgulama alanının açılmasına neden olmuştur. Temsil epistemolojisinin en temel sorunu, tahmin edilebileceği gibi, bir öznenin kendi zihinsel durumlarından hareketle zihninin dışında kalan gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşabildiği ve zihninde oluşan temsillerin ve ideaların gerçek bilgi olup olmadığı konusunda ne söylenebileceğidir.
Locke'a göre, karmaşık ideaların zihinde oluşma süreci nasıl gerçekleşmektedir?
Karmaşık ideaların bazı örnekleri şunlardır: “Karanfil”, “bitki”, “bahçe”, “enflasyon”, “düğün”, “erdem”, “Tanrı”, “sonsuz”, “Noel Baba”. Locke’ın epistemolojik perspektifine göre, Bu karmaşık ideaların her birinin zihinde oluşabilmesi, görece olarak daha basit ve temel olanların varlığına bağlıdır. Örneğin, zihnimizde bulunan “düğün” gibi karmaşık bir idea, “gül”, “gelin”, “pasta”, “dans” gibi daha basit idealardan oluşmak durumundadır. Şimdi bu örnekte daha temel olarak belirttiğimiz idealardan birini ele alalım. “Gül” ideası, belli bir renk (örneğin, kırmızı), belli bir koku (o çiçek türünün kendine has keskin kokusu), belli bir tensel uyarım (gül yaprağına dokunulunca duyulan yumuşak his) gibi en temel duyusal algıların bir araya gelmesi yoluyla oluşmaktadır. Ve bu “bileşik oluşum yapısı” tüm karmaşık idealar için geçerlidir. Karmaşık ideaların kavramsal yapıtaşları, “kırmızı”, “sıcak”, “tuzlu” gibi duyular yoluyla zihnimizde oluşan basit bilişsel unsurlardır. O yüzden, basit duyu verilerinden yoksun doğan bir bebek, basit veya karmaşık hiçbir idea oluşturamayacaktır.
Tabula rasa terimi neyi ifade etmektedir?
Duyu verilerinin dünya bilgimizin tümünün temelinde yattığı ve bizim “bilgi” adını verdiğimiz her bilişsel durumun o temele yaslanması gerektiği fikri, Locke’ın felsefesinin ana düşüncelerinden biridir. Öte yandan, bizim beş duyumuzun doğumla birlikte işlevsel duruma geldiği de açıktır. Bu iki düşünce bir araya geldiğinde, Locke’ın insan zihnine ilişkin nasıl bir resim sunduğu ortaya çıkar. Locke’a göre insan zihni doğum anında “boş bir levha” (Latincesiyle, “tabula rasa”) gibidir. Yaşadığımız deneyimler bu boş levhanın üzerine zaman içinde “yazarlar” ve böylece dünya bilgimiz birikimsel bir şekilde oluşur.
Lock'a göre kaç tip nitelik bulunmaktadır?
Locke temel olarak iki tip “nitelik” olduğunu savunur. Birincil nitelikler, maddesel gerçeklik içinde yer alan ve bizim zihnimizde de temsil edilebilen özelliklerdir. Örneğin, bir nesnenin kapladığı uzam, nesnenin fiziksel biçimi, kütlesi ve hareketi, nesnenin kendisinde olan ve bizim de algısal olarak bilebileceğimiz niteliklerdir. Locke bu niteliklerden ayrı olarak, ikincil niteliklerden söz eder. İkincil nitelikler ise nesnelerin birincil nitelikleri nedeniyle bizim zihnimizde oluşan etkilerdir. Örnek vermek gerekirse, renkler ve kokular bu sınıfa giren özelliklerdir. Locke’a göre, bir gülün belli özellikleri (“şekil” gibi) benim zihnimden bağımsız olarak nesnelerin kendisinde vardır. Peki, gülün kırmızı rengi ve kokusu için aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Gülün benim duyumsadığım keskin kokusunu düşünelim. Eğer güllerin olduğu bir bahçede hiç bir insan olmasaydı, güllerin kokmasına neden olan “kimyasal yapı” –her ne kadar Locke böyle bir terminoloji kullanmasa da– tahminen yine güllerin içinde olacaktı. Ama insanların hissettiği o keskin koku fiziksel gerçekliğin içinde olur muydu? Buna olumlu yanıt vermek zordur. Bir uzaylının aynı gülü koklayıp çok farklı bir koku alması olasıdır. Bu durum şunu gösterir: Renk ve koku gibi ikincil nitelikler, varlıklarını “nesnel” olan birincil niteliklere borçlu olsalar da, kendileri aslında o nesnelerin içinde değillerdir. Bizim bildiğimiz “gül kokusu” özelliğinin ortaya çıkması için, gül denilen nesne ile duyumsal kapasiteleri olan “insan” gibi bir varlığın bir araya gelmesi gerekmektedir. O yüzden, ikincil niteliklerin kendileri (yani, bizim duyumsadığımız kokular, bizim gördüğümüz kırmızı renk, vs.), ne tek başına maddesel gerçekliğin içindedir ne de algılayan öznenin zihninde durup dururken yaratabileceği olgulardır. Locke’ın ikincil niteliklerin (nesneden kaynaklansalar da) öznede olduğunu iddia ederken kastettiği budur.
Hume’a göre bir nesnenin bağımsız ve sürekli olarak var olduğu konusundaki ideamızın kaynağı nedir?
Hume’a göre sorunun doğru yanıtı imgelem veya imge oluşturma yetisidir. Bunu açıklamadan önce bir gözlem yapalım. Nesnelerin “sürekli varlığı” ideası belli durumlarda zihnimizde oluşurken belli başka durumlarda oluşmamaktadır. Bir bebek bir nesneye ilk kez baktığında ve ardından o nesne görsel alanından kaybolduğunda, bebeğin “nesnenin kesintisiz ve bağımsız bir şekilde var olma” fikrine hemen sahip olacağını düşünmeyiz. Peki, büyüyen bebeğin yavaş yavaş bu ideaya sahip olmasının nedeni nedir? Sorunun yanıtı, “olgunun veya nesnenin tutarlı bir şekilde tekrarlanması”dır. Örneğin, ben ne zaman ateşe baksam, alevlerin sürekli değişim içinde olmalarına rağmen belli bir tutarlılık sergilediğini algılarım. Alevlerin farklı zamanlarda ve durumlardaki şekli, rengi ve ısısı büyük farklılıklar göstermez. Bu deneyimler tekrarlandıkça, imgelem yetimiz, yanmakta olan bir ateşin veya bahçedeki ağaçların veya kuşların biz onlara bakmadığımız zamanlarda da kesintisiz olarak var olmaya devam ettikleri yönünde bir idea oluşturur. Bu türden bir ideaya veya inanca alışkanlık sonucu sahip olmamız anlaşılabilir ve kaçınılmaz bir şeydir.
Hume metafizik ve kesin bilgiye nasıl yaklaşır?
Örneğin, “eli ateşe uzatma”nın bir neden ve “elin yanması”nın sonuç olduğu nedensel bir zincir düşünelim. Benim öznel algılarım açısından bakıldığında, bu örnekteki nedenselliğin zorunlu olduğunu düşünmemizin kökeninde ne yatmaktadır? Bunun, Hume’a göre tek bir yanıtı olabilir: Benzer etki-tepki örneklerinde aynı sonucun tekrarlandığını gözlemlemek. Gözlemlenen olgu aslında yalnızca “düzenli bir şekilde tekrarlanma”dır. Biz hiç bir zaman “zorunluluğu” gözlemlemeyiz. Ancak bu tür düzenli tekrarlar oldukça, insan zihni bu izlenimlerden hareketle bir zorunluluk ideası türetir. Bu da, bir sonraki “etki” gerçekleştiğinde, daha önceden pek çok kez algılanan “sonuç”un zorunlu olarak ortaya çıkacağına dair bir beklentiye girmemize yol açar. Bizim dünyada var olduğunu sandığımız “zorunluluk”, aslında, zihnin alışkanlık sonucu belli bir “etki” ile belli bir “tepki”yi (veya sonucu) bağdaştırarak bir beklenti üretmesinden başka bir şey değildir. Buna karşın, elimi ateşe bir sonraki uzatışımda yanma hissi duymamam mantıksal olarak tamamen olanaksız bir durum değildir. O hâlde, benim zihinden bağımsız varlık alanında gerçekleşen zorunlu (metafizik) bir bağıntıyı biliyor olmam olanaksızdır.
İdeacılık ve deneyimcilik arasındaki ayrım nedir?
Maddecilik, genel olarak, var olanların yalnızca maddesel nesneler (veya maddesel töz) olduğunu, zihinsel veya ruhsal tözün olmadığını savlayan felsefi görüştür. Maddeciliğin tersi, “içine ideanın veya düşünsel unsurların girmediği bir varlıksal kesitin olamayacağı” tezine karşılık gelir ve bu görüşe ideacılık adı verilir (Bu akım için ‘idealizm’ deyimi de yaygın olarak kullanılır). “İdeacılık”, bazen de, evrenin yapımsal temelinde maddeden ziyade madde-dışı, düşünsel veya ruhsal unsurların bulunduğu savı olarak da anlaşılır. Maddecilik ve ideacılık, metafizik (veya ontolojik) görüşlerdir. Deneyimcilik ise epistemolojik bir görüş veya akımdır. Bir felsefecinin deneyimci olması, onun “madde” kavramı konusunda nasıl bir tavır alacağına ilişkin fazlaca bir şey söylemez. Örneğin, Locke maddesel dünyaya ait unsurların (birincil nitelikler, substratum,vs.) varlığını kabul ederken, Hume o tür metafizik unsurları felsefi kurgusundan kesinlikle dışlamaktadır. O yüzden bu iki düşünsel boyut felsefede dikkatli bir şekilde ayrılmalıdır.
Berkeley'in maddeci düşünürlere yaklaşımı nasıldır?
Berkeley’e göre, maddesel tözün veya zihinden tamamen bağımsız maddesel nesnelerin varlığına inanan düşünürler (ve aslında gündelik yaşam içinde hepimiz), aslında farkında olmadan son derece çelişik bir görüşü ileri sürmektedirler. Bizim algılarımıza sunulan ve zihnimizde temsil ettiğimiz her nesne algısal olarak “duyumsanabilir” bir nesnedir –aksi hâlde onlar bizim için nesne olmazlardı. Maddeciliğin iddiası ise, nesnelerin duyulardan ve algısal süreçlerden bağımsız olduğu yönündedir. Ancak bu bizim gerçekten tasarlayabileceğimiz bir durum mudur? Diyelim ki, ben karşımdaki ağacın dalında duran karganın zihnimden bağımsız ve maddesel bir nesne olduğunu savlıyorum. Fakat benim için zorunlu olarak “duyumsanabilir bir nesne” olan kargayı, içindeki algılara veya ideaya ilişkin unsurları ayıkladıktan sonra tasarlayabilir miyim? Eğer “maddesel” kavramı “zihinsel” ile zıt anlamlı olarak alınıyorsa ve, dahası, “maddesel” kavramı “içinde duyumsal, algısal veya düşünsel unsurlar olmayan” anlamına geliyorsa, benim için kaçınılmaz olarak duyumsal bir nesne olma durumunda olan kargayı “maddesel” olarak kurgulayabilir miyim? Yani, algılama ve anlama sürecinin her anında zorunlu olarak işin içine kattığım bilişsel ögeleri o kargadan ayıklayıp, daha sonra da kargayı maddeselliği veya nesnelliği içinde algılayabilir miyim? Bu, doğal olarak, olanaksızdır. İdea veya zihin tarafından “kirletilmemiş” (yani, müdahale edilmemiş), kendi nesnelliği içinde var olan madde bizim için anlaşılır bir varlık parçası değildir. O hâlde, Berkeley’e göre, maddeci düşünürler nesnelerin nesnel varlığından söz ederken çelişik bir düşünce dile getirmektedir.
Berkeley'in "Var olmak algılanmaktır" sözü neyi ifade eder?
Berkeley’e göre, bir idea, yalnızca bir ideaya benzeyebilir; idea zihinsellikten arınmış maddeyi temsil edemez. Düşünce, içinde düşünsel unsurlar olmayan varlığı (maddeyi) kavrayamaz. Bizim nesne olarak tanımladığımız ve kavradığımız bir şeyin, hiç kimse onu algılamasa da “algılandığı hâliyle var olacağını” düşünmek gerekçelendirilmesi olanaksız bir fikirdir. Berkeley’in meşhur ifadesiyle söylersek, “Var olmak, algılanmaktır”.
Locke'ın görüşleri kimin metafiziği ile benzerlik taşımaktadır?
Varlık alanının unsurlarının açıklanması söz konusu olduğunda, Locke’ın görüşünün genel olarak Aristoteles’in metafiziği ile benzerlikler taşıdığı söylenebilir. Locke da tözsel bir ontoloji tasarlamış ve tözlerin nitelikler veya özelikler taşıdığını düşünmüştür. Ancak onun felsefesinin önemli farklarından biri, kendi döneminin söylemsel havasına uygun bir şekilde, temsil epistemolojisinin düşünsel gereçlerini kullanmasıdır.
Tözsel taban nedir?
Biz dünyayı nitelikler yoluyla biliriz. Ancak, doğal olarak, niteliklerin hiç bir şeye tutunmadan evrende var olduklarını iddia etmek saçma olur. Locke’a göre tikel bir nesne, niteliklerden ve nitelikleri kendinde toplayan bir tözsel zeminden oluşur. Örneğin, bir gül çok sayıda niteliğin bir araya gelmesiyle oluşur: şekil, büyüklük, ağırlık, renk vs. Ancak nitelikler veya özellikler bir şeyin nitelikleri veya özellikleridir. Locke, nitelikleri barındıran zemine “tözsel taban” (substratum) adını verir.
Locke'ın şüpheciliğe yaklaşımı nedir?
Locke duyularımızdan gelen uyarımların bizim kontrolümüzün dışında olmasının, bizim dünya bilgimizin nesnelliğine dair önemli bir işaret olduğunu düşünür. Duyulardan gelen “bilgi” göz ardı edebileceğimiz cinsten şeyler değildir. Sağlıklı bir algısal yapıya sahip insanlar normal şartlar altında, kendilerini zorlasalar da, kırmızı bir duyumu mavi olarak algılayamazlar. Güneşe bakınca karanlığı görmek olanaksızdır. O hâlde, duyumların kaynağının duyu organlarımızın kendileri olduğunu savlayamayız. Çünkü eğer öyle olsaydı, gözlerimiz karanlıkta da görüntü yaratabilirdi. Bu gibi örneklerden Locke’ın çıkardığı sonuç, duyu verilerinde kendini gösteren uyarımların zihnin dışındaki maddesel dünyadan geldiğidir.
Berkeley'in görüşünü ilginç kılan nokta nedir?
Berkeley hem bir deneyimci olup hem de açıkça ideacılığı savunması yüzünden felsefe tarihinde ilginç bir yere sahiptir. Bu görüşlerin Hume tarafından da savunulduğu ve Hume’un Berkeley’den çok da farklı bir konumda olmadığı düşünülebilir. Ancak bu ilk izlenim yanıltıcıdır çünkü Berkeley’den farklı olarak Hume herhangi bir metafizik veya varlıksal perspektifi savunmamaktadır. Hume’un göstermeye çalıştığı nokta, eğer nesnelerin zihinden bağımsız varlığına ilişkin bilgi sahibi olabileceğimizi sanıyorsak, bu yaklaşımın sonunun epistemolojik hayal kırıklığı (yani, şüphecilik) olacağıdır. Bunun ötesinde Hume’un ontolojik bir tavrı veya tözsel bir tercihi (maddesel veya ideacı) olduğunu söylemek yanlış olur.
Hume'a göre kaç tür bilgi olanaklıdır?
Hume’un fikirlerinin Locke’ın epistemolojisi ile paralellikler gösterdiği açıktır. Her iki düşünüre göre de, doğuştan getirdiğimiz hiçbir idea yoktur. Dünya bilgimizin tümü duyulardan gelen basit uyarımlara ve onlardan türeyen daha karmaşık idealara dayanmak durumundadır. Ancak Hume, Locke’dan farklı olarak, “birincil niteliklerin varlığı” veya “substratum” konusunda bir iddiada bulunamayacağımızı savlar. Sonuçta, insanın bilgisel dünyası iki tür bilgiyle sınırlanmak durumundadır. İlk olarak, olgusal bilgiler bizim algı ve gözlem yoluyla edinebileceğimiz bilgisel durumlardır. Dünya bilgimizin çoğu bu tür bilgilerden oluşur. İkinci olarak ise, bu bilgi parçaları veya idealar arasındaki ilişkilerin sonucunda ortaya çıkan biçimsel bilgiler vardır. Mantık ve geometrinin sunduğu bilgiler bu türe girerler. Ancak bu türlerin dışına çıkan, yani deneyim boyutunu aşan bilgi iddiaları tamamen boş ve anlamsızdır. Dahası, felsefecilerin tarih boyunca gerçekliğe ilişkin sunduğu çeşitli görüşler de, bu anlamda, bütünüyle değersiz tasarımlardır.
Locke'ın yaklaşımı, epistemolojiye ne tür bir hava kazandırmıştır?
Locke’ın yaklaşımıyla birlikte epistemoloji daha “alçakgönüllü” veya “mütevazı” bir havaya girmiştir. Bilgi konusunda büyük beklentilerin azalması ve dünya bilgisini kesinlik içeren bir yapıda oluşturma iddialarının zayıflaması, genel olarak deneyimcilikle birlikte ortaya çıkan bir durum olmuştur. Deneyimciliğin bir sonraki büyük savunucusu olan Hume ile, bu akımın tezleri bir adım öteye taşınacaktır.