aofsorular.com
FEL201U

BİLGİSEL GEREKÇELENDİRME

10. Ünite 20 Soru
S

Bilgisel gerekçelendirme kimin fikirleri ile felsefede bir kırılma noktası olarak ortaya çıkmıştır?

Edmund Gettier’in karşı örneklerinin doğal bir sonucu olarak, felsefeciler bilginin klasik çözümlemesi konusunda yeni fikirler üretmeye ve bilginin daha savunulabilir bir tanımını vermeye yönelmişlerdir. Bu konuyla ilgilenen düşünürlerin farkına vardığı önemli bir nokta, bilginin geleneksel tanımında yer alan “gerekçe” kavramının derinlemesine incelenip açıklığa kavuşturulmaması durumunda önermesel bilginin tanımının veya çözümlemesinin ciddi sorunlar barındıracağı gerçeği olmuştur. Elbette gerekçelendirme konusunda Gettier’den önce de epistemoloji literatüründe kayda değer çalışmalar yapılmıştır. Ancak Gettier’in makalesinin yayımlanmasından sonra felsefeciler arasında egemen olan genel fikir, bilginin tanımındaki “K kişisinin Ö’ye inanması için gerekçe vardır” ifadesinin yüzeysel ve belirsizlikler içeren bir önerme olduğu ve bu cümledeki “gerekçe” kavramının içinin çok farklı şekillerde doldurulabileceği yönünde olmuştur. Bu farkındalığın en önemli sonucu, gerekçelendirme konusunda farklı tartışma eksenlerinde birbirine rakip bir dizi kuramın ortaya çıkmasıdır.

S

Epistemoloji alanında gerekçe kavramının diğer alanlardaki anlamından ayrılmasının gerekliliği nasıl açıklanabilir?

Diyelim dünya üzerinde belli bir coğrafyada yaşayan insanlar, yaptıkları bilimsel testler sonucunda, kendi toplumlarında doğan kız çocukların tam anlaşılamayan nedenlerden dolayı erkek çocuklardan çok daha zeki olarak doğduğuna ilişkin güçlü kanıtlar buluyorlar. Ancak o kültürde o ana kadar “Kadın ve erkek her açıdan eşittir” gibi bir inanışın da yaygın olarak yerleşmiş olduğunu düşünelim. Elbette kadınların erkeklerden çok daha üstün zihinsel kapasitelerle doğduğunun bilimsel olarak saptandığı ve herkes tarafından bilindiği bir toplumda, örneğin nitelikli işler için kadın çalışanların işverenler tarafından ağırlıklı olarak tercih edilmeye başlanacağını ve erkeklerin zihinsel dezavantajları nedeniyle iş bulma konusunda zorluklar yaşayacağını tahmin edebiliriz. Söz konusu toplumda, eldeki bilimsel veriler ışığında, “Kadınlarla erkeklerin kapasiteleri zihinsel olarak eşit değildir” önermesi bilgisel anlamda iyi gerekçelendirilmiş bir inanç olarak görülebilir. Buna karşın, o coğrafyadaki insanlar eşitsizliğin toplumsal sakıncalarını göz önüne alarak ve her tür ayrımcılığa karşı çıktıkları için, iki cinsiyete de “eşitlermiş gibi” davranmayı tercih edebilirler. Böyle bir toplumda “Kadınlarla erkeklerin kapasiteleri zihinsel olarak eşit değildir” önermesi bilgisel anlamda gerekçeli bir inanç iken, “Kadınlar ve erkekler her açıdan eşittir” önermesi politik veya pratik nedenlerden dolayı gerekçeli bir inanç konumunda bulunabilir. Bu durum, “gerekçe” kavramının epistemolojik boyutunun diğer boyutlardan ayrılması gerektiğini göstermektedir.

 

S

“Gerekçe” kavramının epistemolojideki yerine ve önemine ilişkin hangi farklı yaklaşımlar bulunmaktadır?

“Gerekçe” kavramının epistemolojideki yerine ve önemine ilişkin iki farklı yaklaşım olduğunu en başta belirtmemiz gerekiyor. J. L. Pollock gibi bazı bilgi kuramcıları, epistemolojinin merkezinde yatan esas konunun bilgisel gerekçelendirme olduğunda ısrar etmişlerdir. Öte yandan, A. Goldman ve P. Kitcher gibi bazı felsefeciler bilginin asıl hedefinin önermesel doğru olduğunu savlamışlardır. Bu iki yaklaşımın birbirinden oldukça farklı epistemolojik programlara işaret ettiği açıktır. Birinci gruptaki düşünürler, gerekçelerin ve gerekçelendirme süreçlerinin yapısına ilişkin yapılacak çalışmaları epistemolojinin temeline yerleştirirken, ikinci grup felsefeciler önermesel doğruya ulaşma (veya kısaca “doğruyu bilme”) konusunu asıl amaç olarak belirlemişlerdir. Ancak bu ikinci gruptaki felsefeciler de insanların doğruya erişimi söz konusu olduğunda, elimizdeki esas epistemolojik aracın gerekçe ve kanıt olduğunu yadsımamaktadırlar. Bu noktayı vurgulamakta yarar görüyoruz: Eğer bilginin hedefi gerçekliği zihnimizde doğru temsil etmek, dünyayı veya evreni doğru bilmekse, bu yolda elimizde temel gereç olan “gerekçe” kavramını ve gerekçelendirmenin kavramsal inceliklerini irdelememiz yerinde olacaktır. Başka bir deyişle, gerekçenin ve kanıtın felsefi olarak anlaşılması, bilginin tam olarak ne olduğunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

S

Geriye gitme sorunu nedir?

Eğer bilgi iddiaları gerekçesel bir zincir içinde başka gerekçelere bağlanıyorsa, bu zincirin yapısı ve “sonu” için ne diyebiliriz? Bu konu İngilizcede “the regress problem” adıyla anılır ve bu deyim Türkçeye tam olarak “geriye gitme sorunu” diye çevrilebilir. Ancak Türkçe karşılığının içerik açısından daha bilgilendirici ve açıklayıcı olması amacıyla “gerekçenin gerekçesi sorunu” deyimini kullanmak daha uygun görünmektedir. Bu sorun (kısaca GGS diyelim), epistemolojide devam etmekte olan çok önemli bazı tartışmaların özünde yatmaktadır. Dahası, bu kritik soruna karşı felsefecilerin aldığı tavır ve sundukları öneriler, gerekçelendirme konusunu tartışan tarafların kuramsal konumunu ve zeminini büyük oranda belirlemektedir.

S

Bilgi kuramcıları GGS için ilkesel olarak hangi olası çözüm yolları olabileceğini düşünmüşlerdir?

Bilgi kuramcıları GGS için ilkesel olarak dört olası çözüm yolu olabileceğini düşünmüşlerdir:

(a) Gerekçelerin sonsuza gitmesi: Olası bir çözüm, P(1)’i gerekçelendiren zincirde yer alan önermelerin sonsuz sayıda olacağını söylemektir.

(b) Geriye gitmesinin gerekçesi olmayan inançlarda son bulması: Bir diğer olası çözüm, P(1)’in gerekçelendirmesinin geriye gitmenin en sonunda, diyelim P(274) gibi özel bir inançta son bulmasıdır.

(c) Gerekçelerin kendi aralarında bağdaşımsal bir sistem veya ağ oluşturması: Bu seçeneğe göre, P(1) gibi bir inancı veya önermeyi gerekçelendiren neden, P(1)’in bir önermeler kümesine ait olması ve bu kümenin elemanları arasında bir karşılıklı gerekçelendirme ve destek bağıntısının bulunmasıdır.

(d) Gerekçelerin geriye gitmesinin “temel inançlarda” son bulması: Buna göre, P(1) gibi bir inancın veya önermenin gerekçelendirmesinin olanaklılığı, “temel” niteliği taşıyan özel birtakım bilgisel unsurların varlığına bağlıdır. Biz “Londra’da şu an yağmur yağıyor” önermesini gerekçelendirirken kaçınılmaz olarak başka bir dizi deneyimsel önermelere başvurmaktayız. Ancak bu sürecin sonunda öyle bir noktaya geliriz ki, ele aldığımız önermenin ait olduğu çıkarımsal aktarım zincirinin epistemolojik açıdan durması gerekir.

S

Dışsalcılık ile içselcilik arasındaki fark nedir?

Dışsalcılığın ana fikri şu şekilde ifade edilebilir: Bir özne belli bir gerekçeli inanca sahipse, o inancı veya önermeyi gerekçelendiren olgulara bilgisel erişiminin olması şart değildir. Önemli olan, öznenin inancını gerekçelendiren bir olgunun gerçekten var olmasıdır. Gerekçe öznenin zihinselliği veya bilgisi dışında olabilir. Bu görüşe “dışsalcılık” denmesinin nedeni budur. İçselciler ise, bir inancın veya önermenin bir özne için gerekçeli olabilmesi için, gerekçenin özne tarafından bilinmesi, öznenin zihinsel dünyasının (veya, bazılarına göre, bilincinin) kapsamı içinde olması gerektiğini öne sürerler. Bu görüşe “içselcilik” denmesinin nedeni de budur.

S

Tarihsel olarak bakıldığında temelciliğin en temel savunucusu kimdir?

Tarihsel olarak bakıldığında, temelciliğin en belirgin savunucusu Descartes olmuştur. Descartes’ın temel epistemolojik amacı, anımsanacağı gibi, dünya bilgimizin kesin, şüphe götürmez ve deneyimsel bilgilerimizin tümüne dayanak oluşturan bir temeli olup olmadığını bulmaktır. Descartes bu “temeli” düşünce hâlindeyken zorunlu olarak var olması gereken zihninde, yani kendi zihinsel varlığında bulur. Bir sonraki adımda ise, zihnin zorunlu varlığından başlayarak ve tümdengelimsel bir kesinlikle ilerleyerek, fiziksel dünyaya ilişkin güvenilir bilginin olanaklı olduğunu göstermeyi hedefler.

S

Temelcilik görüşüne göre gerekçelendirmede son nokta ne olmalıdır?

Temelci felsefecilere göre, gerekçelendirilmesi gereken inanç veya önerme ne kadar uzun ve karışık bir haklılaştırma zinciri gerektirirse gerektirsin, en nihayetinde algısal inançlara gelindiğinde gerekçelendirme süreci sonlanmak zorundadır. Örneğin “Gelecek yıl enflasyon oranı %10’u aşacak” gibi doğrudan gözlemsel olmayan bir önermeyi gerekçelendirme sürecinde tahminen belli karmaşık ekonomik verileri gündeme getirmek gerekecektir. Ancak o verilerin de gerekçelendirilmesi gerektiğinde, en nihayetinde varılacak nokta “Çünkü A’yı görüyorum”, “Çünkü B’yi duyuyorum” gibi algısal temel önermeler olmak zorundadır. Temelci felsefecilere göre, gerekçelendirilmesi gereken inanç veya önerme ne kadar uzun ve karışık bir haklılaştırma zinciri gerektirirse gerektirsin, en nihayetinde algısal inançlara gelindiğinde gerekçelendirme süreci sonlanmak zorundadır. Örneğin “Gelecek yıl enflasyon oranı %10’u aşacak” gibi doğrudan gözlemsel olmayan bir önermeyi gerekçelendirme sürecinde tahminen belli karmaşık ekonomik verileri gündeme getirmek gerekecektir. Ancak o verilerin de gerekçelendirilmesi gerektiğinde, en nihayetinde varılacak nokta “Çünkü A’yı görüyorum”, “Çünkü B’yi duyuyorum” gibi algısal temel önermeler olmak zorundadır. 

S

Temelciliği savunan felsefeciler insan bilgisinin kavramsal olarak kaç farklı yapıda önermelerin veya inançların bileşiminden oluştuğunu düşünürler?

Temelciliği savunan felsefeciler insan bilgisinin kavramsal olarak iki farklı yapıda önermelerin veya inançların bileşiminden oluştuğunu düşünürler. Birinci olarak, gerekçelendirmesini başka önermelerle olan çıkarımsal bağıntılar sayesinde kazanan önermeler vardır. Eğer bir kişi İstanbul’dayken “Londra’da şu an yağmur yağıyor” gibi bir önermeye inanıyorsa, bu inancın “temel” bir inanç olduğu söylenemez. İstanbul’daki bir insanın “Londra’da şu an yağmur yağıyor” inancı çıkarımsal gerekçelendirmesi olan bir inançtır veya kısaca, “çıkarımsal inanç” sınıfına girmektedir. Bu önermenin haklılaştırılması veya gerekçelendirmesi ancak bir başka inanca (örneğin “Güvenilir bir arkadaşım Londra’da şu an yağmur yağdığını bildirdi”) veya inaçlar dizisine gönderme yapılarak olanaklıdır. Ancak bu tür inançlara ek olarak, ikinci bir inanç türünden de söz etmemiz akılcı görünmektedir. Londra’da yaşayan arkadaşımız eğer pencereden dışarı bakıp da yağmurun yağdığını görür ve “şu an dışarıda yağmur yağdığını görüyorum” derse, o zaman bu ifadesini veya yargısını haklılaştırmakta hangi inanca başvurmakta olduğunu sormayız. “şu an dışarıda yağmur yağdığını görüyorum” sözlerini dile getiren kişinin söz konusu inancı “temel inanç” sınıfına girer. Bu temel inanç başka inançlar nedeniyle değil, tam da o deneyimi yaşamaktan dolayı kazanılmıştır. Sonuç olarak, insanın inanç/bilgi sisteminin çıkarımsal inançlardan ve temel inançlardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Temelciliği savunan düşünürlere göre, her çıkarımsal inanç önünde sonunda gerekçelendirme zinciri sonuna kadar izlendiğinde− gerekçesini temel inançlara dayanarak almaktadır.

S

Fiziksel olgulara dayanan temelciliğin savunduğu düşünce nedir?

D. M. Armstrong gibi düşünürlerden esinlenen bir görüş, temel düzeyde bulunan inançların gerekçelendirmelerinin fiziksel dünyadan kaynaklandığını savunur. Yukarı da da belirttiğimiz gibi temelciliğe göre, temel inançların gerekçelendirmesi diğer inançlar nedeniyle olamaz. Bazı felsefeciler gerekçelendirmenin en temelde doğrudan dünyada gerçekleşen olgulardan kaynaklandığını düşünmüşlerdir. Bu düşünürler genellikle “özne” veya “zihin” kavramlarına çok fazla vurgu yapılmasının bir hata olduğuna inanırlar. Onların görüşüne göre, zeki bilişsel canlılar da doğanın nedensel düzeni içinde yer alan varlıklardır. Bizim zihinsel durumlarımız da nihayetinde doğanın işleyişinin bir parçasıdır. Doğadaki nesneler arasında nasıl fiziksel ilişkiler varsa, nesnelerle inançlar arasında da onun benzeri ilişkiler bulunur. Temelciliğe göre, temel bir inancın gerekçelendirilmiş inanç veya bilgi olması için fiziksel dünyanın o inanca neden olması yeterlidir. Açıkça görüleceği gibi, bu süreçte haklılaştırmanın veya gerekçelendirmenin nasıl gerçekleştiği, inanca sahip olan öznenin tamamen dışında gerçekleşmektedir. O yüzden, “Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” için temelciliğin son derece dışsalcı ve doğalcı bir türü olduğunu ifade etmemiz yanlış olmaz.

S

Algısal temel bir inancın gerekçeli olmasının nedeni nedir?

Temelci gerekçelendirme kuramları bağlamında incelememiz gereken ikinci görüş “Algı Verilerine Dayanan Temelcilik”tir. Bu görüş, yukarıda incelediğimiz “Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik”ten önemli bir anlamda ayrılır. Temelciliğin bu türünde, bilgisel gerekçelendirmeyi olanaklı kılan unsur doğadaki olgular değil, insanların zihninde oluşan algı verileridir. Temel inançları gerekçelendiren şey, dünyaya algısal olarak açık olan canlıların zihninde oluşan yalın ve henüz anlamlandı rılmamış verilerdir. Diyelim ki bir özne pencereden dışarı bakıyor ve yağmuru algılıyor. Bu süreç içinde, duyu organları değişik türlerde veri toplar. Dışarıdaki görüntü belli renkler, belli hareketler içerir; kulaklar belli sesleri duyar. Bu ham veriler öznede ilk başta kavramlaştırılmamış ve anlamlandırılmamış bir farkındalık yaratırlar. Ne zaman ki bu duyu verileri temel bir inancın doğmasına neden olurlar, o zaman temel bir inanç oluşmuş ve gerekçelendirilmiş demektir. Algısal temel bir inancın gerekçeli olmasının nedeni, zihinsellik içinde oluşan duyu verilerinin varlığıdır. 

S

Fiziksel olgulara dayanan ve algılara dayanan temelcilik arasındaki fark nedir?

“Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” görüşüne göre, fiziksel dünyanın olguları öznelerde temel inançların oluşmasına neden olur. Bu nedensel ilişki, temel inançların gerekçelendirilmiş olmasının da nedenidir. “Algı Verilerine Dayanan Temelcilik” görüşüne göre ise, fiziksel dünyanın olguları öznelerde önce duyu verilerinin oluşumuna neden olur. Bu aşamada, bilgisel gerekçelendirme ilişkisinin varlığından henüz söz edemeyiz. Bilgisel gerekçelendirme, duyu verilerinin temel inançların oluşmasına neden olmasıyla birlikte ortaya çıkar. Bu durumda da, nedensel bir ilişki gerekçelendirmenin de nedeni olmuştur. Fakat bu sefer gerekçelendirmenin nedeni fiziksel dünya değil, zihnimizde istemimiz dışında oluşan algı verileridir. Her iki görüşe göre, temel inançlar iyi gerekçelendirilmiştir; ancak gerekçeyi sağlayan unsur başka bir inanç değildir. Açıkça görüleceği gibi, bu durum “Geriye Gitme Sorunu”na da bir çözüm getirmektedir. Ancak bu çözümün (ve genel olarak temelciliğin) kuramsal düzeyde yeterli olup olmadığını değerlendirmeden önce, karşı görüş olan bağdaşımcılığı incelememiz gerekiyor.

S

Temelciliğin en büyük rakibi olan yaklaşım hangi görüşü savunmaktadır?

Gerekçelendirme kuramları arasında önemli bir yer tutan bağdaşımcılık görüşü, temelciliğin en büyük rakibidir. Bağdaşımcılığa göre, bir inancın gerekçelendirilmesi ancak onun bağdaşım özelliği olan bir sistemin parçası olmasıyla mümkündür. Tutarlı olan bir inanç sisteminin elemanları birbirleriyle çelişmezler. Bağdaşımı olan bir inanç sisteminin elemanları ise içeriksel olarak birbirlerini destekler ve birbirlerinin doğru olma olasılığını yükseltirler. Bağdaşımcılık, kavramsal olarak, mantıksal tutarlılıktan daha fazlasını içerir. Bu saptamayı yaptıktan sonra, bağdaşımcı haklılaştırma kuramını açıkça tanımlayabiliriz. Belli bir öznenin sahip olduğu inanç sistemine S adını verelim. S’nin kapsamı içinde bulunan inançlardan biri N olsun. N’yi haklılaştıran durum ya da olgu, N inancının S sisteminde yer alan diğer inançlarla bağdaşım ilişkisi içinde olmasıdır. O hâlde, bağdaşımcılar Geriye Gitme Sorununu “öznelerin inanç sistemleri çerçevesinde kalarak çözerler” diyebiliriz.

S

Bağdaşımcı düşünürler açısından bakıldığında, “Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” görüşünün en büyük sorunu nedir?

Bağdaşımcı düşünürler açısından bakıldığında, “Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” görüşünün en büyük sorunu gerekçelendirmeyi tamamen dışsallaştırması ve böylece gerekçelendirmenin en önemli niteliğinin kaybolmasına neden olmasıdır. Bu nitelik, öznenin gerekçelendirme süreçlerindeki sorumluluğudur. Bir inancın bir özne için iyi gerekçelendirmiş olması, öncelikle o öznenin gerekçelendirme sürecine ilişkin bir perspektifinin olmasını gerektirir. Bu anlamda insanlar bir “bilişsel varlık” olarak termometrelerden oldukça farklıdır. Bilen öznenin dışında gelişen bazı olayların ve oluşumların gerekçelendirmeye “neden olduğunu” söylemekte son derece yanıltıcı bir yön bulunmaktadır.

S

“Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” görüşü hangi özelliği nedeniyle kuramsal olarak önemli sorunlar barındırmaktadır?

Diyelim ki, bilim insanları deneysel amaçla bir özneyi hipnoz ettikten sonra beynine elektrotlar aracılığı ile sinyaller gönderiyorlar ve bu yolla dünyaya ilişkin belli doğru inançlara sahip olmasını sağlıyorlar. Bunun için, ilk olarak, özne bir bilgisayar karşısına oturtuluyor ve önündeki bir ekranda sırayla beliren resimlere bakıyor. Örneğin, ekranda bir tavşan resmi belirdiğinde, bilgisayara bağlı bir cihaz hemen hipnoz edilmiş öznenin zihnine “şu an bir tavşan resmine bakıyorum” inancını oluşturacak sinyallerin gitmesini sağlıyor. Bu senaryoda, şu üç olgu gerçekleşiyor: (1) Öznenin inançlarını elektronik bir cihaz oluşturuyor; (2) bu inançlar dünyada olan olgulardan kaynaklanıyor ve (3) söz konusu inançlar hiç yanlış olmuyor. Elbette bu durumda, o öznenin sürekli olarak dünyadan kaynaklanan ve güvenilirliği yüksek olan inançlar edineceği açıktır. Eğer “Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” görüşü doğruysa, “öznede bu yolla oluşan temel (görsel) inançlar iyi gerekçelendirilmiştir” dememiz gerekir. Ancak, kendisi bütün bu süreci hipnoz altında geçirdiği için, öznenin gerekçeli inançlara, veya daha genel olarak, bilgiye sahip olduğunu söylemek zordur. Biz normal şartlar altında ve bilinci yerindeyken dünyayı algılayan bir insana algısal bir inancının doğru olduğuna neden inandığını sorarsak, tahminen bir dizi açıklamada bulunabilecektir. Örneğin, “O an nesneye bakarken gözlerim sağlamdı; ortamdaki ışıklandırma yeterliydi; algısal bilgimin yanlış olabileceğini düşünmeme neden olacak bir unsur ortada yoktu; baktığım nesne tam olarak bir tavşana benziyordu” gibi bir açıklama sunacaktır. Ancak bizim örneğimizde, hipnoz edilerek zihninde (hem nedensel olarak dünyadan kaynaklanan hem de doğru olan) inançlar uyandırılan öznenin bu türden açıklamalar yapamayacağı, yani zihninde uyanan temel inançların logos sunma yoluyla “arkasında duramayacağı” bellidir. O yüzden, “Fiziksel Olgulara Dayanan Temelcilik” görüşünün, aşırı dışsalcılığı yüzünden, kuramsal olarak önemli sorunlar barındırdığı iddia edilebilir.

S

Bağdaşımcılar, “Algı Verilerine Dayanan Temelcilik” görüşüne ne tepki vermektedir?

Temelciliğin bu türüne göre, bilgisel gerekçelendirmenin olanaklı olmasının nedeni doğada bazı olgular olması ve bu olguların nedensel olarak insanlarda algısal inançlar oluşmasını sağlaması değil, zihnin içinde meydana gelen algı verileridir. Bu görüşün kaba bir dışsalcılık olmadığı açıktır çünkü temel algısal inançların nedeni, bu yaklaşımda, insan zihninin “içindeki” unsurlara gönderme yaparak açıklanmaktadır. Eğer “Algı Verilerine Dayanan Temelcilik” görüşü doğruysa, dışarıdaki olgular algı sırasında zihnin içinde algı verileri oluşmasına neden olmakta ve algı verileri de temel inançların zihinde oluşmasına neden olmaktadır. Bunun da ötesinde, algı verileri temel inançlara neden olurken aynı zamanda onları gerekçeli inanç konumuna da getirmektedir. Temel inançlar gerekçeli konuma gelirler çünkü algı verileri inançlara neden olurlar.

S

Algı verileri dediğimiz unsurların anlaşılabilecek ve bir önerme olarak ifade edilebilecek bir içeriği var mıdır, yok mudur sorusuna yanıt vermeye çalışan temelciler hangi ikilemle karşılaşır?

Algı verileri dediğimiz unsurların anlaşılabilecek ve bir önerme olarak ifade edilebilecek bir içeriği var mıdır, yok mudur? Bu soruya yanıt vermeye çalışan temelciler ciddi bir ikilemle karşılaşır:

YANIT 1. Anlamlandırılmamış algısal ham maddeler bilişsel içerikten yoksundur: Yukarıda sorduğumuz soruya “hayır” yanıtı vermenin temelciler için bir avantajı vardır. Eğer anlamlandırılmamış veriler bilişsel içerikten yoksun ise, bu durumda algı verilerinin inançlar tarafından temellendirilmesinin ve gerekçelendirilmesinin söz konusu olmayacağı açıktır. Bu durumda Geriye Gitme Sorunu çözülmektedir diyebiliriz. Ancak algı verilerinin gerekçelendirmeye gereksinimi olmadığı gibi, inançları gerekçelendiremeyecekleri de söylenebilir. Eğer anlamlandırılmamış ham verilerin bilişsel içerikleri olmadığı için gerekçelendirmelerinin gerekmediği iddia ediliyorsa, benzer bir akıl yürütmeyle, bu ham verilerin yine bilişsel içerikleri olmadığı için bilişsel birimler olan inançlar üzerinde gerekçelendirme de yapamayacakları eklenmelidir. Bu durumda, algı verilerinin temel (algısal) inançları gerekçelendirmesi olanaksız olacaktır.

YANIT 2. Anlamlandırılmamış algısal ham maddeler bilişsel içeriğe sahiptir: Temelcinin yukarıda sorduğumuz soruya “evet” yanıtı verdiğini varsayalım. Bu yanıtın avantajı şudur: Eğer algısal veriler bir şekilde bilişsel içerik taşıyorsa, o zaman bu veriler temel algısal inançlarla “aynı düzlemde” olacağı için o inançları gerekçelendirebilir. Ancak bu durumda da, bu verilerin gerekçelendirmesi konusu gündeme gelecektir çünkü, ne de olsa bu veriler bilişsel içeriği olan, bir şekilde anlamlandırılmış unsur niteliğinde olacaklardır. Eğer anlamlandırılmamış ham verilerin bilişsel içerikleri olduğu için gerekçelendirme yapabilecekleri iddia ediliyorsa, benzer bir akıl yürütmeyle, bu ham verilerin yine bilişsel içerikleri olduğu için gerekçelendirmeye gereksinimleri de olacaktır diyebiliriz. Bu durumda da algı verilerinin temel (algısal) inançları nihai olarak gerekçelendirmesi olanaksız olacaktır çünkü o noktada Geriye Gitme Sorunu tekrar başlayacaktır.

                                                                                                

S

Bağdaşımcılığın, temelciliğin her iki türüne karşı getirdiği itirazın ortak noktası nedir?

Nihayetinde, temelciliğin bu iki önde gelen türü de dışsalcı bir tavır sergilemektedir. Gerek “dünyanın nesneleri” gerekse “kavramlaştırılmamış duyusal unsurlar” öznelerin inanç veya bilgi dünyalarının dışında iş görmesi beklenen unsurlar veya olgulardır. Temelcilere göre, dünya veya algı verileri temel inançların yalnızca nedeni olmakla kalmazlar; aynı zamanda, bu nedensel ilişki nedeniyle temel inançların gerekçelendirmesini de yaparlar. Bağdaşımcılığa göre ise, temel inançların nedeni olan unsurlar, bu algısal inançların gerekçeleri olamazlar. Nedenlerin, gerekçelerin işlevlerini yerine getirmesi olanaksızdır.

S

Bağdaşımcı görüşe karşı hangi itirazlar getirilmiştir?

Bağdaşımcı görüşe karşı iki esas itiraz getirilmiştir:

(1) Bağdaşım haklılaştırma için yeterli değildir: “Alternatif sistemler itirazı” olarak da bilinen bu akıl yürütmeye göre, bir öznenin sahip olduğu inançlar arasında oluşan bağdaşım gerekçelendirme için yeterli değildir çünkü bağdaşım özelliği taşı yan çok sayıda inanç sistemi oluşturmak olanaklıdır.

(2) Bağdaşım haklılaştırma için gerekli değildir: Bu itiraza genel olarak “dış dünyadan kopukluk itirazı” adı da verilebilir. Yukarıda verdiğimiz (1) numaralı itiraz, bağdaşımın oluşma durumunda bile gerekçelendirmenin olmayabileceğini ifade eder. “Dış dünyadan kopukluk itirazı” ise, gerekçelendirme için bağdaşımın gerekli bile olmadığını öne sürer. “Gerekçelendirme” kavramı deneyimsel bir inancın doğruluğu ile ilgilidir. Bir önermenin veya inancın doğruluğu ise gerçeklik içinde ne olduğuyla ilgilidir, inançların oluşturduğu bir sistemle değil. Oysa, bağdaşımcılığın kuramsal tanımı içinde, gerekçelendirme süreçlerini dünyada olup bitenlerle ilişkilendirmeye yönelik herhangi bir ifade bulunmamaktadır.

S

Bağdaşımcılık kendisine yöneltilen eleştirilere nasıl cevap vermektedir?

Bağdaşımcılığı savunan düşünürlerin çoğu sorunların farkında olup, çözümler üretmeye yönelik girişimlerde bulunmuşlardır. “Bağdaşım haklılaştırma için yeterli değildir” veya “Bağdaşımcılık, uçuk ve uyduruk sistemlerin gerekçelendirmesinin yolunu açar” itirazına yanıt olarak, bağdaşımcı felsefeciler arasında “gerçekçi” bir ontolojiyi savunanlar, içinde yaşadığımız dünyada insanların sahip olduğu bağdaşım sistemlerinin kolay kolay rastgele inanç sistemlerini gerekçelendirmeyeceğini öne sürmüşlerdir. Bunun nedeni, bağdaşımcılara göre, varlık alanının veya gerçekliğin bizim üzerimizde bazı sınırlar uygulamasıdır. Yani, bağdaşımcı bir görüşü savunmak, gerekçelendirmeyi keyfîleştirmek anlamına gelmez. Nihayetinde, bağdaşımcı sistemler içinde algısal inançlar da vardır ve bunların gerekçelendirmesi “öznel” süreçler değillerdir. Örneğ in, bir inanç sistemi içinde eğer “insanlar hiç nefes almadan üç hafta yaşayabilirler” gibi tuhaf bir inanç ortaya çıkarsa, varlık alanının bu inancın aksini göstereceği söylenebilir. O yüzden “bağdaşımcılık” görüşünden “insanların uydurabileceği her sistem gerekçeli konuma gelir” gibi bir sonuç çıkaramayız. İkinci itiraz olan “Bağdaşım gerekçelendirme için gerekli değildir” düşüncesi de benzer bir noktadan hareket etmektedir ve bu itiraza da bağdaşımcılar önceki paragrafta belirttiğimiz türden bir yanıt verebilirler. Lawrence BonJour gibi bağdaşımcı lar, algısal inançlarımızın gerekçelendirme süreçlerinde dışarıdan bazı verilerin geldiğini reddetmemektedirler. Bağdaşımı olan sistemler dünyaya kapalı yapılar değillerdir. BonJour’a göre, gerekçelendirme söz konusu olduğunda, bir inanç sisteminin şu kurala uyması gerekir: Sistem, bilen öznenin çevresi ile etkileşimi sonucu oluşacak gözlemsel inançlara kapalı olmamalıdır. BonJour bu ek koşula “gözlem şartı” adını verir. Her ne kadar gözlem şartı bağdaşımcılığın en kritik sorunlarından birine çözüm getiriyor gibi görünse de, bu çözümün ne yazık ki felsefi bir bedeli bulunmaktadır. “Gözlem şartı”, göründüğü kadarıyla, belli birtakım inançlara ayrıcalıklı veya özel epistemolojik statü tanıyarak temelciliğin en merkezcil tezine katılır görünmektedir.