Din, insanın özlük alanına ilişkin bir sorundur. Çünkü insan gerçek varlığının farkına onun kucağında varmış, kendisi ve çevresi hakkında ilk derli toplu açıklamayı onda bulmuştur. Ne var ki bu tarihî önemine rağmen din üzerinde pek çok tartışma yapılmış, bir yığın eksik görüş de ileri sürülmüştür. Bu görüşlerin önemli bir kısmı Batılı düşünürlerin din üstüne yaptıkları genellemelere dayanmaktadır. Bu düşünürler dini önce ilâhî kaynaktan soyutlayıp sonra onu akıl yoluyla ya insanın temel eğilimlerinden (hatta zaaflarından) türetmeye ya da toplumsal fonksiyonlara indirgemeye çalışmışlardır.
Bu çerçevede felsefe dini sırf bir aşkınlık alanı olarak düşündü. Yani din bütünüyle insanın içkin yetenekleri içinde olup bitiyordu. Mesela 18. yüzyılda İngiliz aydınlanma düşünürü D. Hume, dini “korku” ile tanımlıyordu. İnsanın değişik varlıklardan korkması onu, bunların üstesinden gelebilecek bir varlık tasarımına götürmüş ve böylece Tanrı inancı doğmuştur. Söz konusu inanç da çok tanrıcılıktan tek tanrıcı anlayışa doğru bir gelişme göstermiştir (Gökberk, 1980). Daha sonra Feuerbach bu çizgiyi daha belirgin hâle getirmiştir. Düşünüre göre din, insanın kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılama eğiliminden doğan bir projeksiyon sistemidir. Tabii aynı yoruma göre din insanın doğa güçlerini kontrol altına alıp korkularını aşabildiği zaman da çözülür.
Klasik sosyolojinin kurucusu olan E. Durkheim, bu içkin açıklama düzleminde dini, toplumsal şartların bir ürünü olarak tanımlamıştır. Ona göre dinin kaynağı bizzat toplumun kendisidir, bir başka deyişle bireysel korku değil, topluluk heyecanı veya ruhudur. Bir başka deyişle Durkheim’a göre din toplumun ürettiği kutsallıktan doğmuştur. Dinin tasarıları, toplumların karakterini temsil eden birer sembolden, Tanrı veya kutsal fikirleri de topluluğun kişileşmesinden başka bir şey değildir. Marx, Durkheim’in bu görüşünü daha ileri götürerek dini toplumsal şartlardan biri olan ekonomiye bağladı. Üstelik Marx daha önceki teorilerin “korku ve ümit” lerini de işin içine sokarak onu bir “teselli aracı” olarak gördü.
Bu yaklaşımların bugün, ne sosyolojide ne de din bilimlerinde bir geçerliliği vardır. Yani dini, ne akıl yoluyla insanın belli duygu ve zaaflarından türetebiliriz ne de toplumsal şartlara indirgeyebiliriz. Çünkü insanların korkularını yendiği, toplumsal ve ekonomik şartların önemli değişimler geçirdiği çağımızda güçlenerek devam ediyor. Yukarıdaki görüşlerin önemli eksiği, dinin özünü kavrayamayışı ve belli niteliklerinin çevresinde dönüp durmasıdır.
Bu bilgilerden de anlaşıldığı gibi, din ve toplum arasındaki ilişki kapsamında, E. Durkheim’a ilişkin olarak seçenekler I, II ve III’de yer alan ifadeler doğrudur, dolayısıyla doğru cevap D’dir. Seçenek IV’de yer alan ifade ise Feuerbach ile ilişkilidir. Feuerbach’a göre din, insanın kendi sınırlılığını ideal bir varlıkla karşılama eğiliminden doğan bir projeksiyon sistemidir.