FEODALİZMDEN KAPİTALİZME DİNİN EKONOMİK İŞLEVİ
Tarihsel olarak feodalizmin önemi nedir?
Tarihsel olarak ise “feodalizm”in önemi, onun Batı’daki teşekkülü dışında farklı toplumlara veya dönemlere uygulanıp uygulanmayacağı ile alakalıdır. Bir kavram olarak “feodalizm”in kapsadığı coğrafi mekân ve bu mekânda teşekkül eden ilişkiler ağının geçerli olduğu zaman dilimi, öncelikle Avrupa toplumlarının tarihin bir evresindeki yapılarıyla alakalıdır. Dolayısıyla bu kavramın farklı tarihsel dönemlere ve farklı toplum ya da kültürlere ne derecede uygulanabileceği konusu, bir neticeye ulaşamamış bir mesele olarak kalmıştır. Yani, “feodalizm” kavramının tikel ve yerel bir uygulama alanına mı sahip bulunduğu, yoksa evrensel ve bütün toplumlara şamil bir geçerliliği mi olduğu sorusu, hâlâ çözümlenememiştir. Bu nedenle, bu konudaki tercihler, bir bilim olarak tarihin ya da sosyolojinin sunduğu verilerden çok ideolojik tavırlara göre şekillenmektedir.
Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasından önemli görülen iki husus nedir?
Feodalizmin doğuşuna yol açan nedenler arasında iki husus, önemli bir rol oynar. Bunlardan birincisi Roma İmparatorluğu’nun yıkılmasıdır. İkincisi ise bu yıkılışa da gerekçe gösterilen, literatüre “kavimler göçü” diye de geçen Doğu’daki çeşitli barbar Cermen kabilelerinin Batı’ya göç etmesinin ve Batı’yı istila etmesinin yarattığı karmaşadır. Roma İmparatorluğu’nun nasıl yıkıldığına dair elbette çeşitli gerekçeler öne sürülmektedir. Hayli geniş bir coğrafyaya yayılan imparatorluğun idaresinin güç olması nedeniyle yerel düzeylerde imtiyazlar verilen bir takım zümrelerin yarı bağımsız davranmaya başlamalarından Hristiyanlığın Roma’da kurumsallaşmaya başlamasıyla imparatorluk içinde yaşanan tartışmalara; barbar istilalarıyla gücü sarsılan imparatorluğun barbarların kendileriyle birlikte getirdiği adet ve alışkanlıklara karşı kendisini koruyamayarak bunlarla belirli bir senteze girmeye mecbur kalmasından imparatorluğu besleyen ticaretin etkisinin azalmasına kadar bir dizi neden çöküş için gösterilen gerekçeler arasındadır.
Toplumsal yasalar nedir?
Toplumsal yasalar, sosyal bilimcilerin toplumları bir bütün olarak kavramak ve tarih boyunca değişim ve dönüşümlerini anlamak için topluma uyguladıkları yasalar. Sosyal bilimlerin ortaya çıkışıyla tabiat yasaları gibi toplumda da yasalar bulunup bulunamayacağı sorusundan hareketle ortaya çıkan toplumsal yasalar ile bir toplumun hakiki tarihi, her zaman örtüşmeyebilir. Buna rağmen sosyal bilimciler, bir toplumu anlamanın en iyi yolunun onda kavramsal da olsa yasalar bulmak olduğunu düşünür.
Latifundium nedir?
Roma döneminde, daha çok Akdeniz civarlarında görülüyordu ve köle emeğine dayalı çok büyük arazi parçalarıydı. Buralarda daha çok zeytin, üzüm, tahıl ve benzeri ürünler yetiştirip işleniyordu. Bu arazileri daha çok Roma yönetici kesimi işletiyordu. Rekabet gücü olmayan köylülerden satın alınan topraklarla latifindium diğer tarımsal alanlara doğru genişleyebiliyordu. Arazilerin bu şekilde örgütlenmesiyle vergi toplama işi de belirli bir güvence altına alınmış oluyordu.
Feodal kelimesi ilk kez nasıl kullanılmıştır?
Genel olarak kabul gören bir görüşe göre, “feodal” kelimesi, öncelikle, hukuki risalelerde eski dönemin yönetim tarzını ifade etmek üzere ilk kez Fransızcada kullanılmıştır. 19. yüzyıla kadar “feodal” kelimesinin kullanılması, Roma hukukuyla, daha çok da bu hukukun Roma İmparatorluğu yıkıldıktan sonra geçirdiği dönüşümlerle alakalı tartışmalarla sınırlıdır. Dolayısıyla, 19. yüzyıla kadar kelime daha çok bir sıfat olarak “feodal” biçiminde kullanılmaktadır. Ancak bu kullanımlarda belirli bir bütünlüğü yakalamak çok zor olduğu gibi Fransa için geçerli olan bir kullanım, İngiltere için geçerli
olandan hayli farklı çağrışımlarla yüklüdür. Fransa’da 1789’da yaşanan siyasi devrimle birlikte kraliyet yanında soyluluğa dayalı bütün unsurların da yıkılmasıyla “feodal” bir dönemin sona erişinden bahsedilirken İngiltere’de merkezi yapı ile yerel unsurlar arasındaki hukukun tedrici bir dönüşümüyle “feodal” sistemden çıkıldığı iddia edilmektedir. Kıta Avrupası’nın diğer ülkeleri için ise benzeri “ulusal” tarihler ön plana çıkmaktadır.
Toprağa dayalı bir örgütlenmenin hiyerarşisini belirleyen kurallar bağlamında feodalizm neyi ifade etmektedir?
Bu tamamıyla 19. yüzyıla kadar “feodal” kelimesinin ifade ettiği alanla sınırlı bir kullanımdır. Kısacası, bir yandan “feodal” olanla ifade edilen hukuksal ilişkileri ve diğer yandan da bu ilişkiler ağının ortaya çıkardığı idari biçimleri işaret eder. Ama iktidarın dağılmasını ifade eden ve kimi zaman “kamusal gücün özelleşmesi” diye de nitelendirilen, belirli imtiyazlara sahip yerel hâkimiyet tarzlarının ortaya çıkışına da göndermede bulunur. Burada sözü edilen “kamusal hukuk” keyfi olmayan, belirli kaide ve normlara dayanan hukuk iken bu özelleşmesi ise imtiyazlı kesimlerin kendi iradelerine dayalı olarak hukuk inşa etmelerini işaret eder. Bu iktidar odaklı siyasi bir tanımlamadır.
İdarenin ademimerkezileşmesi bağlamında feodalizm neyi ifade etmektedir?
“Feodalizm”i tanımlayan unsurlardan biri, idarenin ademimerkezileşmesinin neticesinde
ortaya çıkan hukuksal ve yönetime dayalı niteliklerden ziyade bu ilişkiler ağından geçerli olan toplumsal ve ekonomik niteliklere ağırlık verilmesidir. Bu tanımda, ademimerkezileşmiş bir ortamda belirli imtiyazlara sahip toprak ağaları, derebeyler veya soylular gibi imtiyazlı zümreler ile onlara tabi olan köylüler arasındaki ilişkilerin ekonomik doğası daha ağırlıklı bir rol oynar. İmtiyazlı zümrelerin, aralarındaki hukuku ve kuralları belirledikleri köylülerden, bu koruma karşılığında kira, emek ya da ayni veya nakdi istihkak aldıkları bir ekonomik sistemin oluşturduğu toplumsal ilişkiler ağı, bu tanımda ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar çalışmalarında “feodalizm”e tali bir yer verse de Adam Smith ile daha sonra tabire belirli bir ağırlık kazandıracak olan Karl Marx’ın kullandığı anlamda “feodalizm” daha çok bu anlama yaslanır. Bu tanım ise toplumu düzenleyecek bir piyasanın olup olmadığına bakan, ekonomik ağırlıklı bir tanımdır.
Marc Bloch tarafından yapılmış olan feodalizm tanımı nasıldır?
Feodalizmin anlaşılması konusunda, Marc Bloch’un çabaları yadsınamaz. Bloch, tamamıyla bütüncül bir feodal toplumsal yapı ortaya çıkardığı Feodal Toplum adlı eserinde, Orta Çağlarda hakim olan bir çok unsuru birden işin içine katarak, hayli geniş bir “feodalizm” tanımı yapar: “Teba hâline getirilmiş köylü kesimi; söz konusu bile olmayan ücret yerine hizmete dayalı mülkün (yani, fief ’in) yaygın kullanımı; uzmanlaşmış savaşçılar sınıfının hâkimiyeti; insanı insana bağlayan ve savaşçı sınıf içinde, vassallık adı verilen ayrı bir biçimi öngören itaat ve koruma bağları; otoritenin -kaçınılmaz olarak düzensizliğe yol açan- parçalanması; ve bütün bunların ortasında, başka birliktelik biçimlerinin, ikinci feodal dönem sırasında yeni bir güç kazanan aile ile devletin ayakta kalması: işte bunlar Avrupa feodalizminin temel özellikleri olarak görünüyor”.
Feodal toplum tartışmalarında dikkati çeken temel husus nedir?
Feodal toplum tartışmalarında esas dikkati çeken husus, bu toplumun nasıl oluştuğu ve nasıl bir toplumsal yapı sergilediği sorusu kadar nasıl dönüştüğü ve sermaye birikime yol açan bir hâle büründüğü sorusudur. Zaten bugün feodalizmin problematik hâle gelmesinin arkasındaki en önemli saik de bu dönüşümü sağlayan unsurların sosyal bilimler mantığı dâhilinde teşhis edilmesidir. Bu sorunun önemi ise kapitalizmi doğuran sermaye birikiminin ve serbest pazarın nasıl ortaya çıktığıyla alakalıdır. Kısacası, bir şekilde kendine yeterli bir ekonomiye sahip olan ve durağan olduğu düşünülen feodal toplumsal yapıların, nasıl olup da kapitalist ilişkilere yola açan bir pazar yarattığı ve sermayenin belirli elllerde temerküz etmesine yol açtığı sorularıyla ilişkilidir.
Pagan nedir?
Latincede “kırsal” anlamına gelen bir kelimeden türeyen pagan, yerel halkların tek tanrılı olmayan ve kültlere dayalı inançlarına verilen genel ad. Putperestliğe benzer. Ancak paganlıkta inanılan tanrılar soyut olabilir. Orjinal anlamında İbrahimî gelenekten gelmeyen ve yerel karakter taşıyan inançlar varsa da Batı Hristiyanlaşırken zamanla Hristiyan olmayan anlamı da kazanmaya başlamış ve örneğin İslamiyet de “pagan” olarak anılır olmuştur.
Roma İmparatorluğunda paganlıktan Hristiyanlığa geçiş nasıl olmuştur?
Hem Roma İmparatorluğu bakiyesindeki kırsal kesimler ve hem de barbar istilalarıyla birlikte Batı Avrupa’ya ulaşan yeni kavimler, tıpkı dördüncü yüzyılın başlarında imparator olan Constantine’in Hristiyanlığı kabul etmesine kadar Roma soylularının ve halkı gibi, pagandı. Roma soyluları ile barbar kavimlerin paganlığı arasında önemli farklar da vardır. Roma kendi içinde daha incelikli bir pagan anlayış geliştirmişken kuzeyden gelerek Roma’yı istila eden barbarlar, daha kültürsüz ve kabilevi bağlara dayalı bir paganlık yaşamaktaydı. Constantine’in Hristiyanlığı seçmesinden sonra da Roma seçkinlerinin önemli bir bölümü paganlığı sürdürdü ve bu durum yönetimde ciddi sorunlara yol açtı. Hristiyanlık Avrupa içlerine yayılmaya başladıkça birtakım kabilevi birlikteliklerin oluşturduğu barbar krallar özellikle bir takım imtiyazlar elde etme karşılığında, kısacası bazı siyasal gerekçelerle, Hristiyanlığı seçmeye başladı. Ne var ki bu kralların Hristiyanlaşması, kitlesel bir Hristiyanlaşma getirmedi.
İkinci yüzyılın sonlarında Hristiyan kiliseleri arasında nasıl bir ayrım baş göstermiştir?
Her ne kadar ikinci yüzyılın başlarında 15 milyon olduğu tahmine edilen Doğu Roma İmparatorluğu’nun ancak %10’nun Hristiyan olduğu, aynı yüzyılın sonunda bütün Roma İmparatorluğu’nun nüfusunun ancak 15 milyonunun Hristiyanlığı benimsediği varsayılsa da Hristiyan kiliseleri arasında bazı teolojik fikir ayrılıkları da belirmeye başlamıştı. Özellikle Pavlusçu kilise akımlarına karşı bir yandan, Arius önderliğinde teslisi kabul etmeyen Ariusçular vardı, diğer yandan da özellikle Kuzey Afrika’da yaygınlık kazanan Donatiler mevcuttu. Ariusçuluk, Pavlusçu kilisenin teslisçi teolojisine karşı çıkarken Donatiler de sadece günahsız olanların kiliseye kabul edilmesi gerektiğini, ayini yerine getiren papazların da aynı şekilde günahsız olması gerektiğini ileri süren püriten bir inancı yaymaya çalışıyordu.
Roma Kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık, feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütlemeyi hangi yollarla kolaylaştırmıştır?
Feodal dönemde Batı Avrupa’nın tek dayanağı topraktı ve feodalizm toprak ve üzerindekileri örgütleme çabalarından oluştu. Roma Kilisesi eliyle yaygınlaşmaya başlayan Hristiyanlık bu örgütlenmeyi kolaylaştırdı. Bunun kabaca iki yöntemle yapıldığı söylenebilir.
Bunlardan birincisi, feodal yöneticilerle girdikleri ilişkilerde onları bir anlamda kutsamalarıydı. Dolayısıyla feodal imtiyazlı sınıf da bunun karşılığında pagan adetlerinin yerine kilisenin uygun gördüğü uygulamaların yaygınlaşmasını kolaylaştırıyordu.
İkincisi ve şimdiye kadar üzerinde durmadığımız diğer yöntem ise manastırlardı. Her ne kadar manastır, Hristiyanlığa özgü bir yöntem olmasa da feodalleşen bir Avrupa’da manastırların edindikleri sosyal, ekonomik ve dinsel rol, feodal Avrupa’nın daha fazla çözülmeden ayakta kalmasını sağlayan unsurlardan birisiydi.
Modern kelimesinin ayırt etmekte kullanıldığı iki ayrı dönem hangisidir?
Modern kelimesinin kazandığı ilk hususi anlam, beşinci yüzyıla kadar gider ve Roma İmparatorluğu’nun iki ayrı dönemini birbirinden ayırdetmek için kullanılır. Bu dönemlerden ilki, pagan olan Roma’dır; ikincisi ise resmen Hristiyanlığı benimsemiş Roma dönemidir. Artık resmi dini Hristiyanlık olan Roma, geçmişle arasında bir set çekmek için, o döneme modernus adını vermiştir.
Hristiyanlaşmış Roma’ya modernus niteliğini veren şey nedir?
Hristiyanlaşmış Roma’ya modernus niteliğini veren şey, düşünce anlamında Yunanlı değerlerin aktarılması işlevini gören, Hristiyanlığı kabul edince de Kudüs’ü kendisine taşıyarak bünyesindeki halklara aktaran Roma tecrübesinin, bir yenilemeyi de içermesidir. Hristiyanlaşmış Roma’nın hem Atina’da ortaya çıkan antik Yunan kültürünü ve hem de Kudüs’te ortaya çıkan Hristiyanlığı yenilediği iddia edilmiştir. Roma’nın Kudüs ve Atina’yla ilişkisi, bir kendine mal etme ve böylece kendini yenileme ilişkisidir. Bunlar aynı zamanda birbirleriyle çatışarak bir sentez gerçekleştiriyordu. Bu da modernus’a karakterini veren şeydir. Bu yenilik, Kilise’nin hâkimiyetiyle oluşan düzenden oluşur. Böylece Roma döneminde birbirlerinden ayrılmış olduğu varsayılan dini olan ile seküler olan bir anlamda birbirinin içine girer.
Reform hareketinin Katolik kilisesi üzerindeki etkileri nelerdir?
Batı Avrupa’da Katoliklik altında birleştirilmeye çalışılan halkların mezhepsel bölünmesine yol açan Reform hareketi, Katolik Kilise’sinin sadece teolojik, toplumsal ve ekonomik aşırılıklarına bir tepki hareketi değildi; aynı zamanda özellikle toplumsal ve ekonomik alanlarda bir sekülerleşme hareketiydi de. Martin Luther adlı bir Alman papaz tarafından başlatılan Reform hareketi, feodal dönemdeki imtiyazları nedeniyle giderek zenginleşen, pispokosluğu, yerel kiliseleri ve manastırları Kilise’nin “yarar”ına kullanan ve hatta dini birtakım uygulamaları, mesela bir kişinin günahsız olduğunu ifade eden endüljans sertifikalarını dahi para karşılığı satmaya başlayan Katolik Kilisesi’nin bu tavırlarına karşı çıkış hareketiydi. Ama örneğin, incillerin Latince dışındaki yerel dillere çevrilmesini, eğitimin sekülerleşmesini, kiliselerin denetimlerinin seküler yöneticilere devredilmesini de savunan bir hareketti. Bu açıdan Protestanlık diye ayrı bir mezhebin kurulmasına yol açan Reform hareketi, aynı zamanda Kilise’nin mülksüzleştirilmesi hareketinin de başlangıcını teşkil eder. Luther’in en önemli başarılarından birisi kilise örgütleme görevlerini Alman prenslerinin profan iktidarına devretmesiydi; İngiltere’de de VIII. Henry, kiliselere Anglikan hükümdar adına el koydu. Kilise mülklerine el konulması öyle sonuçlar doğurdu ki neticede köylü mülksüzleşti, bütün kaynaklar üretim uğruna seferber edilmeye başlandı.
Akılcılaşma nedir?
Akılcılaşma, toplumun ve bireyin kendisini, kendisini aşan birtakım öğreti, inanç, mit ya da efsanelerden arındırarak tamamen kendisinin sınırları dâhilinde tanıması ve tanımlamasıdır. İnsan aklının bilebileceği sınırların dâhilinde kalınarak toplumun ve bireyin hareket etmesinin sağlanmasıdır.
Aydınlanma hareketi nedir?
18. yüzyılda Batılı düşünürlerin toplumu düzenlemek ve bilginin gelişimini sağlamak amacıyla oluşturdukları kültürel bir hareket. Bilimi ve bilimsel temelli inançları yaymaya çalışan Aydınlanma düşünürleri, batıl inanç, hoşgörüsüzlük ve kilise ile devletin suistimallerine karşı mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir. Etkileri sadece Batı’da değil, Batı dışındaki toplumlarda da görülmüştür
Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizim'in üzerine kurulu olduğu beş temel inanç nedir?
Protestanlığın en önemli kollarından olan Kalvinizim, beş temel inanç üzerine
bina olur. Bunlar:
1. Dünyayı yaratan ancak işlerinin insanın akıl erdiremeyeceği mutlak bir Tanrı
vardır.
2. Her bireyin kurtuluşu ve helakı Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir.
Kişinin çabaları bu kaderi değiştirmeye yetmez.
3. Tanrı dünyayı kendi şanı için yaratmıştır.
4. İster kurtuluşa ersin isterse de helaka uğramış olsun, kişinin dünyadaki
ödevi, Tanrı’nın şanını yüceltecek işler yapmaktır.
5. İnsan için kurtuluş ancak Tanrı’nın merhametiyle mümkündür.
Weber'in “ödev” ahlakı kavramı neyi tanımlamaktadır?
Katolik teoloji, manastırlarda keşişlerin bu dünyanın taleplerini aşmak için çileci bir hayat yaşama gayretinde örneklenen, bu dünyanın bir çile olduğu; insanın, bu dünyada işlediği günahların tövbe ve Kilise elçileri tarafından affedilme işlemleriyle öte dünyadaki kurtuluşu temin edebileceği inancına yaslanır. Oysa Protestan teolojide, özellikle de Kalvinist kollarında, daha “püriten” bir ahlak vardır ve bu ahlak anlayışında, denebilirse dünyanın tamamı bir manastıra dönüşür. Ancak bu ahlak, mükafatın ve cezanın bu dünyada, kişinin çalışması karşılığı verileceğine yaslanır.
Weber buna “ödev” ahlakı adını verir. Kişinin bu dünyadaki hayatının Tanrı tarafından ondan beklenen bir “çağrı” olarak kavrandığına ve bütün hayatının bu “çağrı”ya karşılık gelen bir “ödev”le yükümlü olduğuna inanan Protestanlar, bir tür kaderin önceden belirlendiği bir ruh haliyle yaşarlar. Kimse kurtuluşa ereceğinden ve “çağrı”ya kurtuluş için gerekli “ödev”leri yaparak karşılık verip veremediğinden emin değildir. Teolojik olarak inançları bir kilise hiyerarşisi içinde şekillenmeyen ve herkesin kendi papazı olabildiği, İncilleri de yine bir hiyerarşinin dolayımına gerek duymadan kendi başına okuyup anlayabildiği bir yönelim içindeki Protestan birey, kendi içsel yalnızlığıyla baş başadır. Weber, kapitalist ruhun Protestan bireyin içinde bulunduğu bu çileci anlayıştan doğduğunu ileri sürmektedir.