TEMELLER VE TANIMLAR
Din ve toplum ilişkisini kısaca açıklayınız.
İnsan, çok eski dönemlerden bu zamana her zaman bir toplumun içinde var olmuştur. Bu nedenle toplum insanın doğası olarak kabul görmektedir. Bütün toplumlarda
biyolojik ve kültürel yeniden üretimi temin etmek üzere belirgin bir biçimde “aile”
denilebilecek bir davranış örüntüsü bulunur. Bu aile hayatının şekli, yapısı ve kodları farklılaşabilir ancak aile hayatı olmayan hiç bir topluma rastlanmaz. Aynı şekilde bütün toplumlar bir üretim, tüketim ve paylaşım ilişkileri ortaya koyarlar, bu da “ekonomi” dediğimiz davranış örüntülerini görünür kılar. Yine bütün toplumlar gelecek nesillere sahip oldukları anlam kodlarını, kültürünü, tarzlarını aktarmak üzere bazı düzenlemelere, uygulamalara veya davranış örüntülerine yani “eğitim” davranışına sahiptir. Bütün bu davranış örüntüleri nerede olursa olsun ve hangi zamanda olursa olsun insan toplumsallığının ayrılmaz yanlarını oluşturur. Sosyoloji literatüründe bu davranış örüntülerine “sosyolojik kurumlar” adı verilir. Din, bu kurumlardan birisidir.Ne kadar eski olursa olsun ve nerede olursa olsun insanların öte dünyayla, görünen dünyanın ötesiyle ilgilendikleri, nereden gelip nereye gittikleriyle ilgili soruları anlamlandırdıkları ve toplumda kutsal ve din dışı alanları oluşturup tanımladıkları belli bir davranış düzeyi daha vardır. Bu da din kurumudur. Bütün toplumların hepsinde şu veya bu şekliyle mutlaka bulunan en temel davranış örüntüleri sosyologlar tarafından yukarıda saydıklarımıza “boş zamanlarla ilgili davranışlarımız” ilavesiyle altı kurumdan ibarettir. Günlük dilde kullandığımız kilise kurumu, hukuk kurumu, sağlık kurumu, üniversite kurumu veya sosyal sigortalar kurumu gibi müesseselerin hiçbiri bu anlamda her yerde bulunabilen temel kurumlar değil, ancak onlar da her biri yukarıda değindiğimiz temel kurumların bir tanesinin veya birkaçının bileşimlerinden oluşurlar.
Dinin sosyolojik tanımını açıklayınız.
Sosyoloji belirli bir dinin kendini veya genel olarak dini tanımlayışıyla yetinemez. Bu o dinin iddiasını aynı düzeyden hareket ederek reddettiği anlamına gelmez. Aksine toplumların ortak bir davranış örüntüsü olarak binbir çeşitliliğe sahip olan din olgusunda ortak olanın ne olduğunu aramaya çalışır. Aynı zamanda o davranışı dinsel olarak nitelemeyi gerektirecek olanın ne olduğuna dair genel kuralları belirlemeye çalışır. Bu açıdan, dinlerin din tanımı dinin sosyolojik tanımının kendini en temelde ayırt etmesi gereken şeydir.
Durkheim'e göre din nasıl tanımlanır?
Durkheim'e göre din, kutsal şeylere, yani bir kenara ayrılmış ve yasaklanmış şeylere ilişkin inanç ve uygulamaların birleşik bir sistemi -Kilise diye anılan bir tek ahlaki toplulukta birleştiren inanç ve pratikler, onlara taraftar olanların tümü” olarak ifade edilir.
Durkheim'in görüşü dahilinde kutsal ve din dışı kavramlarını açıklayınız.
Kutsal kavramı Durkheim’in bütün toplumları incelerken baz aldığı kavramlardan biridir. Ona göre bütün toplumlar her şeyi “kutsal” ve “din dışı” şeklinde ayıran bir kategorilendirme sistemine sahiptirler. Din de bir bakıma bu ayırıma dayanır. Bu ayırımların karmaşıklığı veya basitliği söz konusu toplumların da karmaşıklığı (dolayısıyla gelişmişliği) veya basitliğine (dolayısıyla ilkelliğine) paraleldir. Bir toplum ne kadar ilerlemişse o kadar karmaşıklaşmış olup kutsal ve din dışı ayırımları da o ölçüde bundan etkilenmiştir. Kutsaldan ise sadece Tanrılar veya kutsal ruhlar kast edilmez. Bir taş, bir ağaç, bir odun parçası veya bir ev, bir sembol, bir nehir veya herhangi bir cisim kutsal olabilir.
Dinin, olan cemaat veya tek bir ahlaki toplulukta birleştiren inançlar bütünlüğü özelliğini açıklayınız.
Dinlerin en önemli işlevlerinden birisi mensuplarını ortak bir inanç etrafında birleştirmeleridir. Din paylaşılan bir anlam sistemi oluşturduğu için insanların dünyayı, toplumu, tanrıyı ve kendilerini nasıl algılayacaklarına dair ortak bir anlayış ve algı sistemi oluşturur. Aynı inancı paylaşan insanlar dünyaya aynı pencereden bakarlar ve o pencereden aynı şeyleri gördüklerini düşünürler. Bu ortak anlam sisteminin paylaşımı dünyaya dair derin bir düzenlilik ve anlamlılık hissi verir. Dışarıdan bakanlar için genellikle bir anlam ifade etmeyen ritüellerin devamı ancak bunlara dair ortak kabullerin oluşmasıyla sürdürülebilir. Bir yağmur duasına çıkan insanlar yaptıkları duanın sonunda yağmurun yağabileceğine inanırlar. Yağmur yağmadığı takdirde ise genellikle ibadet ettikleri tanrının yağmur yağdıramadığına veya bu yaptıklarının etkisiz ve anlamsız bir şey olduğuna değil, dualarının kabul edilmediğine hükmederek inançlarına sadakatlerini sürdürürler. Bu durum ortak inancın sürdürülebilmesi için genellikle işleyen bir mekanizmadır. Esasen bu ortak algı ve inanç sistemleri adına din denmese de toplumun kuruluşunun temel bir düzeyidir. Fenomenoloji ve etnometodolojiye (her iki kavram hakkında bölümün sonuna bkz.) göre bütün toplumlar ancak bu ortak algılar sistemiyle var olabiliyorlar. Din bu ortak algılar sistemini en iyi düzenleyen mekanizmalardan biridir sadece. Dinin yeterince güçlü olmadığı toplumlarda bile bunun yerini değişik düzeylerde büyük veya küçük çaplı ideolojiler alır.
Cemaatleşme kavramını açıklayınız.
Cemaat ortak inanç ve algıya dayalı olarak oluşan topluluğu başkalarından ayıracak
bir bilinci de geliştirir. Genellikle cemaatlerin gerçeklik hakkındaki ortak bilinç ve algısı inananlarla inanmayanları veya bu ortak algıyı paylaşanlarla paylaşmayanlar arasında bir ayırıma da gider. Dinin inananları gerektiğinde tam bir grup bilinci içinde inanmayanlara karşı bir birlik ve dayanışma davranışına kolaylıkla girerler. Dini cemaat böylece insanlara bir kimlik verirken başkalarından ayrışmayı da öğretir.
Din sosyolojisinin ortaya çıkışını kısaca anlatınız.
Din sosyolojisinin ortaya çıkışı ve gelişimi genel olarak sosyolojinin ortaya çıkışı ve
gelişimiyle aşağı yukarı aynı tarihe sahiptir. O yüzden sosyolojik bilginin kökenini gerilere götürebiliyorsak, dine yönelik sosyolojik ilginin tarihini de paralel olarak çok daha eskilere götürebiliriz. Doğrusu, din sosyolojisini besleyebilecek ilk ilgiler veya düşünceler belli bir dini bakış açısından başka dinler hakkındaki bilgilerle şekillenmiştir. Bu konuda İslam, Hristiyanlık ve Yahudiliğin her birinin birbirlerine ve diğer dinlere olan bakışları dinin tabiatı hakandaki ilk ilgiyi oluşturmuştur. Ama bu bakış türünde genellikle anlatıcı dinin diğer dinlerin iddialarını geçersiz sayması, kendini ise merkeze koymasından dolayı, bütün dinler için geçerli bir sosyolojik mihenk noktası üretmek mümkün olamaz. Bir disiplin olarak şekillenmeye başladığı 19. yüzyılın ikinci yarısından çok daha gerilere götürebiliyorsak, dine yönelik sosyolojik ilginin tarihini de paralel olarak çok daha eskilere götürebiliriz.
David Hume'un dinler tarihini açıklayan modelin adı nedir? Bu modelin dinler tarihine bakış açısını açıklayınız.
David Hume’un yaklaşımı dinler tarihine dair doğrusal bir ilerleme modeli yerine çok daha açıklayıcı bir döngüsel sarkaç modelini önermiştir. Dinler tarihi alanında hakim bir paradigma olarak pozitivist yaklaşım dinlerin çok tanrılı, hurafeci bir anlayıştan tek tanrılı rasyonel bir noktaya doğru evrildiğini anlatır. Bu yaklaşıma son zamanlarda yapılan ciddi itirazlar dinler tarihinin bu basitlikte ele alınamayacağını anlatır. Hume ise, çok daha önceden hem dinler arasında hem de her dinin kendi içinde çoktanrıcılıktan (hurafecilikten) tek tanrıcılığa (kitabiliğe) ve oradan tekrar çoktanrıcılığa doğru geçişler olduğunu anlatır. Bu hareketlilik dinler tarihindeki eğilimler arasında bir tür sarkaç modeli şeklinde bir değişimi ayırt etmemize imkân veriyor.
Din kökenine dair sosyolojik teoriler bağlamında Durkheim'in çalışmalarına yön veren varsayımlar nelerdir?
Durkheim'in çalışmalarına yön veren varsayımlar şunlardır:
• Dinin en ilkel toplumlarda da bulunan temel bir şekli vardır ve ilk ortaya çıktığında nasıl ise bu şekil bugünkü ilkel kabilelerde de aynı şekliyle bulunabilir. O yüzden de Avustralya kabileleri arasında yaşamakta olan din binlerce yıl önce dinin ilk ortaya çıktığında yaşayan dinle aynıdır.
• Din toplumların gelişmesine paralel olarak basitten karmaşığa, çok tanrılılıktan tek tanrıcılığa doğru bir evrim geçirir/geçirmiştir.
• Nitekim Durkheim dinin basitçe insan tarafından ve toplumsal bir işlevi yerine getirmek üzere uydurulmuş olduğu varsayımına dayanıyor. Her toplumda bulunuyor olmasından hareketle bu işlevin toplum için çok önemli ve evrensel nitelikli olduğunu kabul ediyor. Ancak bu kabul, dinin sonuçta uydurulmuş olduğunu düşünmesine engel değildir.
Din fikrinin ilk defa bütün insanlığın aklına nasıl gelmiş olduğunu bugünden bilimsel bir yolla tespit etmenin imkânı yoktur. Bunun nedenlerini açıklayınız.
- Bugün bazı ilkel kabilelerde dinin yaşanma biçimi dinin geçmişteki bütün
örneklerde böyle yaşanmış veya böyle doğmuş olmasını da göstermez. - Nasıl bugün ilkel kabilelerle eş zamanlı olarak alabildiğine gelişmiş medeniyetler örneklerini beraber sergiliyorlarsa geçmişte de en ilkel sanılan dinsel biçimlerle eş zamanlı olarak daha medeni veya karmaşık versiyonlar da ortaya konulmuş.
- Dahası çok ilkel sayılabilecek bazı toplumlarda yine tek tanrılı dinsel inançların varlığı da gösterilebilir. Tek tanrılı dinsel pratiğin tarihi de çok eski zamanlara götürülebileceği gibi bazı tektanrılı dinlerin kısa bir süre içinde pagan bir kültüre doğru farklı bir değişim yaşadıkları da görülmüştür. Örneğin Hristiyanlık ilk ortaya çıktığında tam ikonoklazmik (put kırıcı, heykel karşıtlığı) bir vurguya sahip olduğu halde kısa bir süre içinde önce teslis inancı arkasından da kutsallaştırılmış sayısız figürün yeşermesine imkân veren bir genişliği benimsemiştir.
- Esasen dinlerin kökeninin çok tanrılı olduğu ve dinlerin tek tanrılı bir dine doğru bir evrim geçiriyor olduğu düşüncesi basit bir evrimci tarih anlayışını temel almaktan kaynaklanıyor. Oysa bu temel varsayımın kendisi sorunludur. Dinin çok tanrılılık ile tek tanrılılık arasındaki veya rasyonalizm ile irrasyonalizm arasındaki seyri konusundaki ampirik örnekler Davud Hume’un sarkaç modelini daha fazla doğruluyor. Ancak ilk dinsel tecrübenin nasıl yaşanmış olabileceğine dair gözlem ve deneye dayalı modern bilimin söyleyebileceği fazla bir şey yoktur.
Auguste Comte'un din hakkındaki düşüncelerini açıklayınız.
Comte, aslında dinin bir hurafe ve uydurma olduğunu düşünse de bunun aynı zamanda toplum için işlevsel yönleri olan bir gereklilik olduğunu da kabul etmiş oluyor. Dolayısıyla dinin ilkel durumda uyduruluş olduğunu düşündüğü yoldan biraz daha hallice, bilimsel bir çağda, toplum için daha faydalı, çağın ruhuna uygun bir din geliştirme yolunu deniyor. Comte bu düşünceden hareketle bir “insanlık dini” tasarladı. Temelinde bilimin olduğu bu dinde kendini de başrahip olarak ilan etti. Geliştirdiği dinin terminolojisi aslında Hıristiyanlığın kavramlarını taklit ediyordu. Yüce Varlık, Büyük
Fetiş ve Büyük Orta şeklinde ifade ettiği bir tür teslis düşüncesi geliştirdi. Bilimsel düşünceye dayalı olacağı olduğu için evrenselliği ve kesinliği ispatlanmış olacağı beklenen bu insanlık dinine bir de ilmihâl yazdı. Aslında Comte’un bu din kurma girişimi ile din hakkındaki genel görüşlerini bir arada almak lazım. Bu durumda Comte’un dinin toplumda oynadığı olumlu işlevlerine inandığı ama bu işlevine rağmen dinin insan zihni tarafından uydurulmuş bir hurafe olduğu inancında olduğunu gösteriyor.
Karl Marx'ın din hakkındaki görüşlerini açıklayınız.
Marx’ın din hakkındaki görüşleri onun toplumsal yapı hakkındaki genel görüşleriyle tutarlı bir görünüm sergiler. Bu görüşe göre dinin gerçek bir varlığı yok, olsa olsa maddi dünyanın çarpıtılmış bir yansımasıdır ve toplumdaki işlevi de bu temel varsayıma göre değerlendirilmelidir. Dinin insan zihninin bir tasarımı olduğu düşüncesi Marx’a yeter
görünmüş, sonrasında bu üretimin mahiyeti üzerine kendi eleştirisini katmıştır. Bu
çerçevede dinin bireysel değil toplumsal bir ürün olduğunu ve bu ürünün de yanlış ve aldatıcı bir dünya oluşturduğunu anlatır. Bu yanlış ve aldatıcı dünya tıpkı ideoloji gibi egemenlerin çıkarına hizmet eder, egemenlerin kurduğu dünyanın yeniden üretilmesine katkıda bulunur. Bu yanıyla din egemen düzenin sürdürülebilmesi için gerekli ideolojik desteği, bu düzenin yaraladığı ve konumları gereği isyan noktasına gelebilecek insanlara gerekli teselliyi ve huzuru yatıştırıcı bir afyonla yani aldatarak verir. İçinde bulunulan gerçek dünyadan farklı fantastik bir dünya kurarak yanlış bir dünya bilinci kurar.
Karl Marx’ın din konusundaki çalışmalarının ağırlıklı olduğu kitaplar nelerdir?
Marx’ın din konusundaki çalışmaları şu kitaplarında ağırlıklı olarak yer almıştır:
Hegel’in Hukuk Felsefesi’ni Eleştiriye Katkı
Alman İdeolojisi
Feuerbach Üzerine Tezler
Kapital
Marx’ın din konusuna yaklaşımı dini hayatın bazı örneklerini açıklamakta, hatta anlamakta yardımcı olsa da bütün din olgusunu açıklamakta yetersiz kaldığı konular bulunmaktadır. Bunları açıklayınız.
- Dinin işlevi hususunda kendi teorik çerçevesini bir açıklama temeli olarak almış, dinlerin kendi içlerindeki çeşitliliklerine ve ne dediklerine hiç bakmadan bütün dinlerin üstyapı kurumları olarak maddi dünyanın bir yanlış bilinci olduğuna hükmetmiştir. Burada dindar insanların kendi eylemleri ve dünyaları hakkında ne dediklerini hiç önemsememiştir.
- Hâlbuki dindar insanların bu çeşitlilikleri arasında tam da egemen sınıflara direnişi motive eden, o direnişe dair güçlü teorik dayanaklar oluşturan söylemler de olabilir, olmuştur da. Din tarih boyunca her zaman egemen sınıflara hizmet etmiş değil, çoğu zaman yoksulların, ezilmişlerin, üstelik bu ezilmişliği başka bir dinî anlayışla içselleştirmiş olanların başkaldırışını da sağlamıştır. Dinin bir yandan egemen sınıflara karşı başkaldırıya teşvik ederken başka bir dinle de çatışmasının sayısız örnekleri hem tarihten hem de günümüzden bulunabilir. Açıkçası Marx, dinin toplumsal gerçekliğini bu doğrultuda tespit edip açıklayacak bir çerçeve sunamamıştır.
- Marx dini bir ideolojiye indirgerken tarihsel materyalizmi doğrultulmuş bir ideoloji olarak sunmuş, oysa bunun da benzer bir çarpık bilince yol açmasını da görememiştir.
Emile Durkheim'in dine bakış açısını açıklayınız.
Din sosyolojisinin gerçek anlamda çerçevesi belirlenmiş bir disiplin olarak ilk defa Durkheim tarafından uygulanmış olduğu rahatlıkla söylenebilir. Öncelikle din olgusunu bütün boyutlarıyla anlamaya çalışmış ve onun toplumdaki rolünü, işlevini ampirik yöntemlere dayanan yaklaşımlarıyla açıklamaya çalışmıştır. Dinin işlevi hakkında alabildiğine nesnel gözlemlere dayanarak çıkarımlarda bulunmaya çalışmışsa da bu onun dine olan ilgisinin tamamen değerlerden bağımsız olduğu anlamına gelmez. Dini toplumsal bütünlüğün sağlanmasında ve sürdürülmesinde en güçlü yapıştırıcı (tutkal veya çimento) olarak görüyor ve bu işlevinin sürdürülmesine olumlu bakıyordu. Dinin bu olumlu işlevine olan inancı, yukarıda da belirttiğimiz gibi diğer pozitivist çağdaşları gibi dinin sonuçta insan zihninin bir ürünü olduğu düşüncesinden de alıkoymuyordu. Hatta Durkheim bütün dinlerin kökeninin bir olduğunu ve dünyada var olan bütün dinlerin belli bir tarihsel gelişimin değişik evrelerine göre şekillendiğini düşündü. Bu noktada Comte’un evrimci düşüncesini dinin tarihi için paylaştı ve dinlerin basit mekanik toplumdan karmaşık organik topluma doğru evrildikçe paralel olarak karmaşıklaşıp geliştiğini düşündü.
Max Weber'in dinle ilgili düşüncelerini açıklayınız.
Yorumlamacı sosyolojinin ilk ve en önemli ismi olan Weber’in din sosyolojisi ile ilgili çok özel ve güçlü çalışmaları vardır. Onun dine dair yaklaşımı sosyal eylem hakkındaki tanımıyla tutarlıdır. Sosyolojinin başlıca rolünü sosyal eylemin yorumlanması ve anlaşılması olduğunu söyleyen Weber’e göre “sosyal eylem” de anlamlı eylemden ibarettir. İnsan bütün eylemlerini bir anlam atfederek yapan bir varlıktır. O yüzden yemek yemek, içmek gibi en temel beşeri hareketlerini bile hayvanlardan farklı olarak kendi kültürel farklılığını, yani anlamını atfederek yapar. O yüzden yemek yeme adabı veya davranışları her kültürde değişir. Böyle olunca sosyolojinin de temel görevi eylemleri yapan insanların kendi yaptıkları hareketleri hakkındaki niyetlerini, anlamlarını veya tanımlarını öğrenmeden onlar hakkında bazı teorilerden yola çıkarak açıklama yapamayız. Weber’e göre pozitivist sosyologlar kişinin kendi eylemi hakkındaki yorumunu dinlemeden kendi heybelerindeki teorilerden yola çıkarak o insanların eylemlerini açıklamaya koyuluyorlar. Teoriden yola çıkarak gerçekliği açıklamak özellikle Marksistlerin çok sık yaptıkları bir hata. Bu eleştiri “açıklamacı sosyoloji” ile “anlamacı sosyoloji” arasındaki bir ayırımın netleşmesine yol açarken Weber’in birinci önceliğinin eylemin aktörünü “anlamak” olduğu görülür.
Din çalışmalarında fenomenolojiyi açıklayınız.
Fenomenoloji din çalışmalarında insanların dünyayı zihinlerinde nasıl ve hangi kavramlarla kurduklarını araştırır. Gerçekliğin gerçekte ne olduğu değil, o gerçekliğin insan zihnine nasıl yansıdığı önemlidir. Gerçekliğin insan zihnine yansımasını sağlayansa insan zihninin içindeki kavramlar, insanın hayat tecrübesinde yaşadıklarıdır. Fenomenin Türkçesi görüngü, Osmanlıcası zahiriyedir. Kelime anlamı da kavramı çok iyi ifade etmektedir.
Etnometodolojiyi açıklayınız.
Etnometodolojinin de temeli fenomenolojiye dayanır. İnsanların zihinlerine gerçekliğin yansıyan bir görüntüsü vardır ancak bu görüntünün her insan tekinin zihninde aynı olduğunu söylemek mümkün değildir. Buna mukabil herkes kendi zihnine yansıyan gerçeklik ile başkalarının zihnine yansıyan gerçekliğin aynı olduğunu zanneder veya varsayar. Zaman zaman bazı testlerde aslında birbirimizle aynı gerçeklik algısına sahip olmadığımızı fark etsek bile bu anlaşmazlıkları görmezden geliriz, çünkü bir yandan da ortak bir dünyada yaşıyor olduğumuz düşüncesine ihtiyaç duyarız. Bunun sağladığı bir güven duygusu vardır. Aksi durumda toplumda düzen tesis etmek mümkün olmaz.
Fenomenoloji ve etnometodolojinin din olgusu açısından önemini açıklayınız.
Hem fenomenoloji hem de etnometodoloji; hem geleneksel hem modern toplumda din olgusunun nasıl işlediğini anlama konusunda çok önemli bir metodolojik yaklaşım sunuyorlar. Bu yaklaşım dinin mahiyeti, doğruluk iddiaları ve kökeni hakkında bir iddiadan ziyade insanların zihnine din de dahil olmak üzere gerçekliğin nasıl yansıyor olduğu ve bu yansıyan görüntünün dönüp tekrar gerçekliği ne şekilde etkilediğini anlamamıza yardımcı olur.
Weber’in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" isimli çalışmasında ortaya koyduğu görüşü açıklayınız.
Weber bu çalışmasında Marksistlere göre basitçe ekonomik şartların bir sonucu veya türevi olmaktan ibaret olan Protestan hareketin, aksine kapitalizmin ortaya çıkmasında etkili olan bir çalışma ve iş ahlakı motivasyonu sağladığını keşfeder. Bu sonuca Weber kapitalizmin ilk ortaya çıktığı yerlerin Protestanların yoğun olarak yaşadığı yerler olduğundan hareketle varır. O Protestanların dünyayı ve kendi eylemlerini nasıl yorumladıklarına, bizzat onları dinleyerek kendi sosyolojik yaklaşımının farkını ortaya koydu. Doğrusu kendisi de bir Protestan olduğu için Protestanların anlama dünyasını zaten yeterince tanıyordur. İnsanların doğuştan günahkâr olduğuna inanılan Hristiyanlıkta bu günahın yükünden kurtulmanın bir yolu olarak dünya zevklerine mesafeli, çileci bir hayat önerilir. Protestanlık ise bu çileyi dünya için pozitif bir değere dönüştürmüş ve çile çekercesine çok ve düzgün çalışmayı bu çilenin bir kefareti olarak alır. Bu anlayışın harcamaksızın çok çalışmayı ve bu yüzden bir maddi birikimi ürettiğini keşfeden Weber böylece bir zihniyet dünyasının kapitalizm gibi özünde maddi veya ekonomik olan bir gelişmeye etki ettiğini söyler. Böylece Marksizmde ihmal edilen ve maddi şartların bir sonucu olarak gelişen zihniyet dünyasını sosyolojik araştırmanın merkezine koyar.